İstanbul Modern: Boş bir sayfaya şiir yazmak
İstanbul Modern, ya da Galataport’un hayırlı çocuğu diyesim geldi bir anda. Galataport henüz yapım aşamasındayken Tophane Camii’ni kapatıyor, deniz kıyısını işgal ediyor diye hayıflanan kitlenin içindeydim ben de. Boğaz’ın çoğu kıyısı gibi burası da bir set çekilmek suretiyle insan bakışından koparılacak, sahilyolu anlamsız bir ara sokağa dönüştürülecekti.
Tophane’den her geçişimde, Galataport’a baktıkça benzer düşüncelere kapılırdım.[1] Ta ki bir perşembe günü başımı alıp müzeye varana dek. Açılalı tam bir hafta olmuştu. Yine Kız Kulesi restorasyonuna ezber tepki gösteren kitlenin bir üyesi olarak “modern mimari”yi eciş bücüş, kimi zaman kazık gibi göğe uzanan kimi zaman köşeli, birtakım kübik yapıların rastgele bir araya getirilmesiyle lego misali birbirine sokuşturulmuş soysuz yapılar olarak görüyordum. Bu algım, spesifik olarak, müzeye karşı internette gördüğüm “İstanbul Modern açıldı” haberlerine rastladıkça bir nebze olsa yumuşasa da Perşembe günü tecrübe ettiğim manzarayı yaşayacağımı sanmazdım açıkçası.
Binanın dış cephesi belki hâlâ kitlenin o ezber tepkisini çekecek nitelikte, ama insan orada, binanın hemen yanı başında bulunduğunda, mimarinin ne olduğunu en keskin hatlarıyla görmüş oluyor —mekan kurmak ya da mekan yaratmak. Bir bakıma hayrete düşüren, belki de medeniyete haklı kibrini veren tanrısal bir şey bu. İstanbul Modern özelinde ve belki bahsettiğimiz ezber tepkiye maruz kalan her modern yapı bağlamında, fotoğraflardan anlaşılmıyor bu atmosfer, bizzat yapının yöresinde ve hatta içinde bulunmak gerekiyor.
Mesela binanın her iki cephesinde de uygulanan, bildiğimiz sundurmaların yapının bir uzvu haline geldiği görülüyor. Bahsettiğim mekan kurma kabiliyetini de en iyi bu sundurmaların altında oluşan boşluklar hissettiriyor insana. Keskin hatlarla kütle ve boşluk aniden ayrılıyor, mimarinin (yani kütlenin) yarattığı hacim (yani boşluğun kütle altındaki varlığı); şiirin yazılması, mısraların ve harflerin dizilmesi için nasıl boş beyaz bir sayfa gerekirse mekana da öyle zeminini veriyor. İngiliz bir şair, muhtemelen şiir kitaplarındaki sayfalar dolusu boşlukları düşünerek şiiri, boşluğu kullanma sanatı olarak tanımlarken mimarinin bu boş alanda (space, uzam) mekân yaratma gücünü düşünmüş olsa gerek.[2]
Binanın iç düzeni de yine aynı boşluk nizamı üzerine kurulu, fakat çok daha basiti. Katları birbirine bağlayan merdiven boşluğu içinde çıkıp iniyorsunuz, basamaklar sanki dünya ötesi bir alemdesiniz de siz her adım attığınızda ayağınızın hemen altında kendiliğinden bir basamak beliriyormuşcasına yumuşak ve geçişken, merdiven boşluğunda süzülüyorsunuz adeta. Dünya ötesi âlem dedik, ama akla kesinlikle öyle uhrevi türden bir âlem gelmemeli, bu ötelik daha çok uzak bir gelecekte kurulmuş cansız bir ruhaniliği andıran tarzda, hele binanın içindeyken yaşanan yoğun beyazlığı düşününce aklıma hemen Star Wars’daki Kaminolular geliyor.
İç düzende basitliği, daha doğru bir ifadeyle buna düzlük ya da sadelik de diyebiliriz, duyuran diğer bir nokta katların verdiği inandırıcılık. Bir kata çıktığınızda kendinizi binanın ön ve arka cephelerinin tam ortasında, arada herhangi bir duvar vb. bir engel olmaksızın katın genişliğinin göbeğinde buluyorsunuz. Sizi uysalca kendine katan bu dolaysızlık kat içerisinde diğer bölümleri ayıran duvarlar yokmuşcasına binanın belki ancak çağdaş mimaride karşılaşabileceğimiz o düz bütünlüğüne inandırıyor. Merdivenden çıkıldığında içinde kalınan bu dolaysız holün bahsettiğimiz ön ve arka cephelerdeki boydan pencereleri düşünüldüğünde de sizi bağrına basan dolaysız alan; ışığın, bir yandaki denizin, ve diğer yandaki meydan ve çevresindeki geniş yeşilliğin içeriye dolmasıyla mavi ile yeşil arasında daha da genişliyor.
Seyirlik teras ise, bina içinde yaşanan bu mimari deneyimi şehre yayıyor. Yani İstanbul’u, daha doğrusu tarihi yarımadanın bir kısmını, onun silüetini bu sefer oldukça dolaylı bir biçimde seyretme imkânı veriyor. Dolaylı çünkü teras katın üstüne dümdüz ve oldukça basık bir biçimde kurulmuş tavan ve Yarımada’ya doğru seyir alanın hemen önüne uzatılmış, korkulukların ardında seyirliğin devamı şeklinde seyreden, üstüne üstlük yüzeyi gökyüzünden gelen ışığı olduğu gibi yansıtacak şekilde ince bir su tabakasıyla doldurulmuş zemin, bu ikisi arasında kalmışlık; öyle samimiyetsiz bir derinlik ve uzaklık katıyor ki, kendi gözünüzle gerçek bir manzaraya değil de sanki on yirmi kareye sıkıştırılmış bir görüntüye, bambaşka birisinin kadrajından şehre bakıyormuşsunuz hissi yaratıyor. Hele üzerine ince su tabakası çekilmiş zemine konan vazifeşinas martılar olmasa bu kadraj, bu sinema, bu fotoğraf vehmi kaçınılmaz olacakmış diye aklımdan geçiriyorum, martıların yakınlığı ve kıpraşmaları görüntüye biraz olsun gerçeklik katıyor.
Dış cephe mekan yaratmanın, yani mimarinin, gerçekliğine; aşağı katlar, katların bütünlük fikrine sizi nasıl inandırdıysa, teras aksine, belki de çok ince bir ironiyle, sizi baktığınız manzaranın aslında gerçek olmadığına inandırmaya, önünüze serilmiş şehrin silüetinin her gün ekran karşısında maruz kaldığınız yüzlerce görüntüden yalnızca biri olduğuna iknaya çalışıyor.
Bina ve yarattığı atmosfer seyredeni kendine inandırmakla kalmıyor, bulunduğu çevreye, bir zamanların o pek tekinsiz, serserileriyle meşhur Tophane'sine; bugün geleni geçeni eksik olmayan, yetmiş iki milletten turistin arşınladığı, sarhoşuyla berduşuyla meczubu bol, evsizlere ev sahipliği yapan Tophane parkıyla Galataport ile birlikte küçük bir İstanbul, her cinsten insanın faydalanabileceği birinci sınıf bir kamusal alan deneyimi sunuyor. Gönül isterdi ki alan duvarlarla çevrilmiş olmasın, Tophane meydanı; her biri bambaşka dünyalardan olan binalarla[3] hakiki[4] bir meydan olsun.
NOTLAR
[1] Her ne kadar mağaza ve müşteri portföyünün niteliği, hedef alınan biri bin uyruktan olan tüketici bireyler ve onların alışveriş coşkusu AVM’lerin o itici sevimsizliğini açık alanda deniz havasına bulaştırsa da, belki de turist dorsesi görevi gören kruvaziyerler için olacak, oldukça geniş inşa edilmiş iskelede rahatça yürüyebilme, Boğaz’ı ve Marmara’yı beraberce seyretme imkânı buluyor insan. İstanbul’un gerek ticari gerek sosyal tarihi hesaba katıldığında kaç yüzyıldır zaten yolgeçen hanı olan bu şehirde biri bin uyruktan olan turistlerimizin de artık alışılmış ve pekala sineye çekilebilecek bir durum olduğunu düşünüyorum, ne de olsa artık “Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela” diyecek hâlde değil, her birimiz benzer birer milletiz. Getirdikleri iktisadi değeri yüzsüzce yok saymak başka bir ayıp olurdu, o ayrı.
[2] Gyln Maxwell, On Poetry (Oberon Books, 2012)
[3] Meydanın kara tarafında, yolun karşısında daha Fatih döneminde inşa edilmiş Tophane-i Amire top döküm atölyeleri; Karaköy yönünde Sinan eseri Kılıç Ali Paşa Cami; meydanın tarihsel olarak da asıl unsuru, Lale Devri estetiğinin tüm verimlerini (bütün o meyve tabakları, çiçekli vazo kabartmaları, resimli hâli için bkz. III. Ahmed Has Odası) yaşatan I. Mahmut Çeşmesi; Fındıklı yönünde zamanın tüm Avrupasını kuşanmış Nusretiye Cami; Nusretiye’nin hemen yanında, Mecid devrinin gözde mimarı William James’in bir eseri olan Tophane Kasrı; ve deniz kıyısındaki İstanbul Modern; küçük İstanbul dediğimiz Tophane’yi neredeyse her Türk asrından birer yapıyla mimari olarak da küçük bir İstanbul yapar.
[4] Çeşmenin yanındaki ağaçlık alan; meydandan çok, orta büyüklükte bir park edası veriyor. Saat kulesinin bulunduğu meydan denilebilecek asıl alan ile bahsi geçen ağaçlık alanın duvarlarla ayrılması ve içeri girişin AVM usulü güvenlik kontrolüyle sağlanması, meydan fikrine ket vuran başlıca unsur. Hatta kimi zaman girişte oluşan kuyruk, ortamın açık alan hüviyetini dahi öldürmeye yetiyor.
