Necip Fazıl sergisinin düşündürdükleri
Türkiye’de büyük şairlere devletin eli dokunduğu ânda nedense hiçbir şey olmuyor. O büyüklük altında ezilmeyecek tek bir etkinlik dahi yok çünkü. O yüzden miri malı gibi herkes onları sahipleniyor. CHP liderinin yalandan bile olsa, hatta kekeleye kekeleye, aslında kültürel yenilgiyi kabullene kabullene, Necip Fazıl’dan bir şeyler okumaya çalışması bunu gösteriyor.
Yel kayadan ne aparır. Hepsi bir trend gibi, bir moda gibi, bir düş gibidirler. O yüzden Cumhurbaşkanının Necip Fazıl sergisinde konuşması sadece şık duruyor. Necip Fazıl’ın daha da ışıması mümkün mü? Gerekli mi? Onun kelimelerinin ötesine geçmenin bir anlamı var mı? Postmodernlere sorsak onlar muhakkak bir şeyler söyleyecektir. Oysa sadece sanatta değil her şeyde ilerleme fikri bir süre sonra gericilikten başka bir şey değildir. Çünkü ilericilik dediğin şey geridekinin bozuluşuyla, yeniden inşasıyla mümkün hale gelmiş demektir.
Bizim şiirimizde öylesine büyükler var ki şiirimizin her köşesi parlıyor. Bir Asaf Hâlet düşünün. Nereye koyacağınızı bilemezsiniz. Ama iki satırlık şiirlerinden çıkarılmadık maden kalmadı. Ve hâlâ tüketilemiyor. Hatta daha ileri gitmek gerekirse Türkiye’de tüketilemeyen tek şey şiirdir. Şiir; büyük lokma. Düşününüz; İslamcılar yirmi yıldır Cahit Zarifoğlu okuyorlar. Dizisini çektiler. Kitaplarının cirosu akıl almaz boyutta. Ve çok sükseli bir baskıyla sunuluyor. Ve o kadar eminiz ki onun şiiri hâlâ orada. Solcular, Cemal Süreya’yı geçtim, dergi almak için çıktığı Kadıköy rıhtımdaki büfeyi bile tüketemediler. Şiir boğazdan geçmez. Mideye inmez.
Bu gibi sebeplerle Necip Fazıl sergisini geç duyduğuma zerre kadar üzülmedim. Yine de duyduğumun ertesi günü oradaydım. Kapıdan girdiğim gibi kendimi bir tren vagonunda buldum. Sakarya Türküsü şiirinin İstanbul-Ankara tren hattında yazılmış olması üzerine düşünülmüş bir plan. Vagona giriyorsunuz. Tahta koltuk. Ekrandan Sakarya nehrine bakıyorsunuz. Üstte çanta ve şapkalar. Tren tekerleklerinin takırtıları ve üstadın o dalgalı, mağmum, dağ gibi sesi. Sakarya Türküsü’nü okuyor. Trenden indiğinizde üç perdeden geçerek her alanda bir imgeyle karşılaşıyorsunuz. Benim dikkatimi ikinci alan çekti. Perde açıldı ve iki yanımda ikişer ayna. Aynaların çerçevesinden beyaz ışık yanıp sönüyor. Oda karanlık.
Geldi ölümlü yalan gitti ölümsüz gerçek;
Siz hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?
Bu mısralar tekrar ediyor. Ayna mecazı Necip Fazıl’da self-refleksiyondur. Aynada değil kendindedir aranılacak, bulunacak olan. Oysa pos-modernler aynalarda kaybolmayı bir oyun olarak gördüler. Hayat onlar için temas edilemeyecek bir şey haline geldi. Ayna bir labirent ve orada kaybolmayı zevk edinmek büyük bir eğlence. Necip Fazıl aynayı hemen geçer. Ve hayata ulaşır. Bu kadar berrak bir düşünüş derinleştirir, deşer. Derinliğin keşfi, derinliğin kendisinden daha muazzam. Necip Fazıl’ın aynaları onun yolunu keser. Bu bir sınamadır. Hâlini gözden geçirme, memnun olmama ama yine de o düşünüşü yakalama.
Serginin bana kalırsa en kritik noktası o odadır. Ve belki de en basit tasarım da oradadır. İki siyah perde ve dört boy aynası. Buradan başlayarak Necip Fazıl’ı düşünmek yorucu gelse de denenmez değildir. Fakat o kadardır. Necip Fazıl’ın ismini de aşacak büyük bir fenomene dönüşmesiyse Türkçenin, onun eserlerinde bir hayat bulmasıyla olabilir. Bugün Almancada yetkinleşmek isteyen herkes, Goethe Enstitüsü’ne müracaat etmek zorundadır. Üstelik bizim ülkemizde gerçekleşiyor bu.
Necip Fazıl bugün sadece eserleri rahatça dağıtıma çıkarılabilen bir şairdir. O bile yeterken mirasını üstlenenlerin yapacakları çok daha büyük işler olmalı. Bir enstitünün kurulması, eğitim programlarında onun dil ve estetik anlayışının genişletilerek yer alması, özellikle bazı fakültelerde ders olarak okutulması gibi. Bu etkinlikler onun şairliğinin reklamı değil Türk milletinin kendi değerinden ve kuvvetinden haberdar olması için gereklidir. Bir aşamadır yine de. Devletin bunu sağlaması yalnızca büyük üstat nitelemesinden geçmez, hedefi de büyük tutmasından geçer.
Yalnızca o mu? Kimi alırsanız iş büyür. Çünkü Necip Fazıl’ı okuyan, Fazıl Hüsnü’ye, Cahit Sıtkı’ya, Sezai Karakoç’a varmadan edemez. Bu isimleri bilenler İkinci Yeni’yi, Hececileri ve daha nicelerini bilmeden, duymadan geçemezler. Siz bir taş atarsınız o büyük, kocaman bir halka olur. Türk şiiri böyledir. Onun tek bir zincirini bile koparamazsınız. Tıpkı omurilik gibi refleks davranışlar ondan sorulur. Bir milletin taşması da yıkılması da şairlerinin dilinin büyüklüğündedir.
