Temsilin dönüşümü: Netflix’in İstanbul’u
İstanbul… Dünyanın gözbebeği, kıtaların kesiştiği yer, yüzyıllar boyunca hem Doğu’nun hem de Batı’nın hayalini süsleyen, medeniyetlerin çarpışma ve barışma noktası olarak kültürel üretimin merkezinde yer almış bir şehir.
Şehirler de insanlar gibi yazgı taşır. Kimi şehirler kaderini yönetenlerle, kimisi ise anlatıcılarıyla yaşar. İstanbul, bu bakımdan yalnızca bir coğrafya değil, bir anlatının kendisidir. Onu anlatma biçimleri, yüzyıllar boyunca politik tahayyüllerin, dinî referansların, nostaljik özlemlerin ve kültürel tahayyüllerin aynası olmuştur. Bu çok katmanlı yapıyı tarihin sayfalarından görkemli bir arşivle bugüne taşımak isteyen binlerce kalem oldu, ama bazıları İstanbul’u yalnızca anlatmakla kalmadı; onu adeta bir canlıya, düşünen, hisseden bir varlığa dönüştürdü. Reşad Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi de böyle bir metindir.
Reşad Ekrem Koçu, bu şehir anlatılarında benzersiz bir yerde durur: bir tarihçi gibi belgeler, bir şair gibi duyar, bir meddah gibi anlatır. İstanbul Ansiklopedisi onun için yalnızca bir bilgi külliyatı değil, bir yaşama biçiminin arkeolojisidir. Koçu, şehrin hem belleğini hem ruhunu kayda geçirmiş, kelimelerle İstanbul’un labirentlerinde gezdirmiştir okuyucuyu. Diğer taraftan, Netflix’in aynı adlı dizisi, bugünün küresel anlatı diline yaslanarak İstanbul’u yeniden kurmakta; sokakları, semtleri, insanları ve arketipleriyle başka bir İstanbul tahayyülü sunmaktadır. Bu iki yapıt, İstanbul’un nasıl temsil edildiğini, neyin anlatılabilir ve gösterilebilir kabul edildiğini ortaya koymaları bakımından dikkate değerdir. Bu yazıda Koçu’nun ansiklopedisi ile Netflix dizisini, kültürel, estetik ve düşünsel açıdan karşılaştırarak belleğin sürekliliği ile dönüşen temsiller arasındaki çatışmalı ilişkiyi çözümlemeyi amaçlıyorum.
Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi, yalnızca bir referans kaynağı değil, geçmişin İstanbul’unu yaşayan bir organizma gibi kavrayan ve şehrin her yönünü -dilinden mimarisine, gündelik yaşantısından adabına, hatta dedikodularına kadar- içine alan kapsamlı bir hafıza eseridir. Koçu, ansiklopedisinde İstanbul’u tarihî bir temaşa alanı olarak değil, yaşayan ve konuşan bir mekân olarak sunar. Onun kaleminden dökülen bilgiler, sadece akademik nesnellik taşımaz; aynı zamanda nostaljik ve mizahi bir ton da barındırır. Bir kabadayının kimliği anlatılırken ceket giyme biçimi, kahvehanelerdeki lakırdılar ayrıntılı bir şekilde sunulur. İşte bu üslup, ansiklopediyi sadece bir bilgi hazinesi olmaktan çıkarıp, edebi ve kültürel bir metne dönüştürür. Koçu’nun İstanbul’u, bir imparatorluk artığı değil; halkının hafızasında yaşayan, zamanla dönüşse de köklerinden kopmayan bir şehirdir. Sokak adları, kaybolmuş meslekler, ilginç şahsiyetler ve semt efsaneleri aracılığıyla şehrin kayda geçirilmiş belleği, modernleşmenin ve dönüşen şehir kimliğinin karşısında bir direniş biçimi kazanır. Koçu, İstanbul’un resmî tarihine sığmayan, kenarda kalan figürlerini -Kumkapı Çalgıcıları, Tulumbacılar, Kabadayılar, Yalnız Gezen Kadınlar, Mahalle Bekçileri, Hamallar, Deli İbrahim gibi- kayda alarak bu şehrin gerçek özünü ortaya koymuştur. Koçu’nun dili, otoriter ansiklopedik dilden uzak, samimi ve yer yer hüzünlü, kimi zaman ise neşeli ve delidolu bir üslupla yazılmıştır. Onun dilinde bir yalnızlık ve direniş duygusu vardır. Okuyucusunu yalnızca bilgiyle değil, şehri ve onun insanlarını tanıma isteğiyle de sarar. Bu yüzden Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi, bir enformasyon yığını değil, bir ruh atlasıdır; şehri keşfetmek ve anlamak isteyenlere rehberlik eden bir yol haritasıdır.
Gelelim Netflix dizisine… Dizi küresel izleyicinin taleplerine uygun şekilde biçimlendirilmiş, modern anlatı teknikleriyle kurulan bir İstanbul sunar. Postmodern anlatının parçalı yapısını benimseyerek farklı dönemleri iç içe geçirir ve karakterleri tarihsel temsillerin ötesine taşıyarak evrensel arketiplere dönüştürür. Bu yaklaşım, İstanbul’u yerel bağlamından çıkararak daha evrensel bir anlatıya yerleştirirken, şehrin kültürel derinliğini yüzeysel bir şekilde sunar. Dizi, genellikle estetikleştirilmiş ve sterilize edilmiş bir kent görünümüyle karşımıza çıkar. Tarihi Yarımada, drone çekimleriyle bir kartpostal gibi gösterilirken, semtler çoğu zaman sınıfsal gerilimlerinden arındırılmış sahnelerle temsil edilir. Bu, şehrin iç dinamiklerini bastırır ve İstanbul’u yalnızca görsel bir tüketime açar.
Dizideki karakterler, çoğu zaman yerel kültürel bağlamdan kopmuş, evrensel kaygılarla donatılmış bireylerdir. Arayış içinde bir kadın, gelenekle modernite arasında sıkışmış bir erkek, kimlik bunalımı yaşayan bir genç... Bu figürler, İstanbul’un çok katmanlı yapısının yalnızca küçük ve kolay sindirilebilir bir kısmını görünür kılar. Netflix dizisi, kültürel sermayeyi dijital estetiğe dönüştürme konusunda deneyimli bir ekip tarafından üretilmiştir. Kamera, drone ve CGI gibi modern teknolojilerle desteklenen bu yapım, İstanbul’u bir görsel şölene dönüştürür, fakat bu şov, şehrin kültürel ve tarihsel hafızasını bastırarak yalnızca estetik bir gösteriye dönüşür.
Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi'nde "Mahalle Bekçisi’’ gibi figürler şehrin gündelik yaşamını temsil ederken, dizide "mahalle" kavramı ve onun içindeki ilişkiler yoktur. Koçu, Galata Mevlevîhanesi’ni anlatırken, oradan geçen rüzgârın yönünü bile hissedersiniz; dizide ise Galata sadece bir fon olarak yer alır. Gerçek İstanbul, zamanla iç içe soluk alır, değişir, kirlenir ve güzelleşir. Ancak dizideki İstanbul, zamanın dışına taşmış bir vitrin şehri gibi durur. Bu ikilik, iki yapıt arasındaki en belirgin farklardan birisidir.
Dizideki karakterler –mimarlar, sanatçılar, tarihçiler– Koçu’nun ansiklopedisindeki eksantrik kişiliklerin yerini dolduramaz. Netflix dizisi, İstanbul’u bir elit söylem üzerinden temsil eder; şehri yalnızca belli bir entelektüel sermaye ile anlayabilirsiniz. Bu yaklaşım, kentle sıradan yurttaş arasındaki bağı koparır. Oysa Koçu, ansiklopedisini sokakta yürüyen herhangi birine de hitaben yazmıştır. Koçu’nun İstanbul’u yalnızca entelektüel bir düzlemde değil, şehrin gündelik yaşamını ve halkını gözler önüne seren bir biçimde ele alır. Bu bakış açısı, İstanbul’un içindeki birçok katmanı ve detayını daha derinlemesine anlamamıza olanak tanır.
Koçu’nun ansiklopedisi, sözlü kültürün ve yerel estetiğin bir izdüşümüdür. Metinde kullanılan dil, Osmanlı Türkçesi’nin izlerini taşıyan, yer yer halk ağzına yaklaşan, bazen de mizahi dokunuşlarla zenginleşen bir anlatı tarzıdır. Bu, metni yalnızca bir bilgi kaynağı olmaktan çıkarıp kültürel bir performansa dönüştürür. Koçu, her maddeyi adeta küçük bir hikâye gibi işler, kimi zaman romanvari bir anlatı kurar.
Netflix dizisi ise görsel estetik üzerinden bir anlam üretme çabası güder. Kamera açıları, ışık kullanımı, sahne geçişleri, müzikler ve ritmik kurgu gibi unsurlar diziyi teknik açıdan etkileyici kılsa da anlatının derinliğini belirleyen dil, büyük ölçüde evrensel formüllere yaslanır. Bu da dizinin, kültürel olarak özgül bir İstanbul yerine, herkesin aşina olabileceği ama kimsenin gerçek anlamda ait hissedemeyeceği bir İstanbul yaratmasına neden olur.
"Üsküdar’daki Fıstıklı Kahvesi, yalnızca kahve içilen bir yer değil, bir semtin hafızasının işlendiği nakış gibidir.”
Reşat Ekrem Koçu
Bu satırı Netflix dizisinin Üsküdar bölümüyle karşılaştırdığımızda, dizide Fıstıklı Kahvesi hiç geçmez; onun yerine drone ile çekilmiş Boğaz görüntüleri, modern vapurlar ve gülen çocuklar yer alır. Şehrin belleği değil, görüntüsü aktarılır.
Koçu’nun ansiklopedisi ile Netflix dizisi arasındaki en temel fark, belleğin nasıl kurulduğu ve temsil edildiği sorusunda yatar. Koçu, geçmişi birikimsel bir şekilde aktarır; her madde, başka bir maddenin kapısını aralar, şehrin kültürel dokusunu örgü gibi örer. Bu yapı, hafızayı süreklilik içinde yeniden üretirken aynı zamanda bireysel tanıklıkları da kurumsallaştırır.
Netflix dizisi ise, belleği anlık deneyimlere indirger. İzleyicinin dikkat süresine, görsel doyuma ve dramatik çatışmalara dayanan bu yapı, şehrin çok katmanlı yapısını sadece bir atmosfer öğesi olarak kullanır. İstanbul burada bir “dekor”dur; anlatının taşıyıcısı değil, estetik bir arka plandır.
Bugün kentler hızla değişiyor, kimliksizleşiyor. Gökdelenler eski yapıları örtüyor, mahalle kültürü apartman hayatına yeniliyor. Bu değişim içerisinde geçmişe dönmek, yalnızca nostalji değildir; bir kimliği, bir aidiyeti, bir sesi yeniden hatırlamaktır. Reşad Ekrem Koçu, işte bu sesi 1940’lardan bugüne taşıyor. Onun yaptığı iş, sadece tarihçilik değil; bir belleği yaşatmak, onu halkla paylaşmaktır.
Reşad Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi ile Netflix’in aynı adlı dizisi, İstanbul’un iki farklı temsil biçimini ortaya koyuyor. Biri geçmişin izlerini bugüne taşıyan, kültürel belleği yeniden kuran bir anlatı; diğeri bugünün estetik ve tüketime dayalı dünyasında İstanbul’u yeniden inşa eden bir gösteridir. Koçu’nun İstanbul’u konuşur, mırıldanır, susar ve hatırlar; Netflix’in İstanbul’u ise parlar, geçer ve kaybolur. Bu karşılaştırma, yalnızca iki farklı anlatı biçimini değil, aynı zamanda şehirle kurduğumuz ilişkinin nasıl değiştiğini de gözler önüne serer. Belleğin sürekliliğine dayanan bir İstanbul’dan, anlık tüketime açık bir İstanbul’a evrilen bu süreçte, asıl kaygı belki de şudur: Hafızası olmayan bir şehir, ne kadar gerçek olabilir? İstanbul gibi çok katmanlı şehirler için asıl mesele, “kimin anlattığı” meselesidir. Koçu’nun metni, resmi anlatıların dışına çıkar; marjinalize edilmiş hikâyeleri merkezleştirir. Netflix dizisi ise bu çok katmanlılığı homojenleştirir, geçmişin karmaşıklığını tekdüze hale getirir. Bu bağlamda Koçu’nun işi bir hafıza mimarlığıdır; Netflix’in işi ise bir simülasyon inşası.
Netflix yapımı, modern estetik kodlarıyla etkileyici olsa da Koçu’nun kurduğu derinlikli, çok katmanlı İstanbul tahayyülüne yaklaşamaz. Çünkü o tahayyül, yalnızca bilgiyle değil, bir tür sevgiyle, özenle, edebiyatla örülüdür.
Koçu’nun ansiklopedisini okurken duyduğumuz şey yalnızca “bilgi” değil; şehre duyulan bir aşktır. Ve bu aşk, her zaman güncel kalacaktır.
