Dindarlar okumuyor mu?


Müslüman, dindar, muhafazakar, mütedeyyin, İslamcı… Hangi kelimeyi seçersek seçelim, diğerlerinden belirgin biçimde farklı olan bir okuma alışkanlığıyla karşılaşırız. İslamcılardan söz ediyorsak geleneksel metinler yanında modern edebiyat ve sosyal bilimlere yönelik bir ilgiden bahsetmemiz gerekecektir. İslamcı okuryazar Mütenebbi’yle Turgut Uyar’ı, Tevfik el-Hakim’le Adalet Ağaoğlu’nu aynı anda okur. Sadun Aren okuduğu sıralar İmam Birgivi masasındadır. Hilmi Ziya Ülken’le Heidegger, Said Halim Paşa’yla Fernand Braudel, Kazım Karabekir’le Troçki… İslamcı masanın dağınıklığını hiçbir yazı ihata edemeyeceği için daha fazla isim anmayalım.

Mütedeyyin birinden söz ettiğimizde dinî metinlere gömülü bir okuma pratiği karşımıza çıkar. Muhafazakarlık ise kavramın bütün o Batılı ve bize özgü anlamlarındaki karmaşıklığını yansıtır. Yine de muhafazakarlığın dinin kültürel ve estetik boyutunu öne çıkaran okuma alışkanlıklarını öne çıkardığı da su götürmez. Müslüman tüm bu kavramlar arasında en yalınıdır. Müslüman okuryazarlık dediğimizde net sınırlar çizmek zorlaşır haliyle. Muhafazakarlık kadar İslamcılığı, modernlik kadar geleneği, Mızraklı İlmihal kadar en spesifik akademik metinleri, yeni bir metne yaklaşırken heyecandan eli ayağı titreyen kafa işçisiyle en son okuduğu kitap ilkokul sıralarında kalmış kol işçisini aynı anda dikkate almamız gereken bir genellemeyle karşı karşıya kalmışızdır çünkü.

Gelelim dindara. Başta sıraladığım kelimeler içinde en pejoratifi gibi görünüyor. İslamcılık mesela siyasal, radikal gibi sıfatlarla kullanıldığında bile entelektüel bir tınıya sahiptir. Dindar ise eskilerin tabiriyle sevad-ı azamdır bir nevi. Kara kalabalıktır. Ayağına basılıp geçilendir. Dolayısıyla bin bir çeşit Müslüman özne hakkında özensiz, düşünce derinliği içermeyen genellemeler için elverişli bir kelimedir dindar. “Dindarlar okumuyor,” diyen biri kimin ne okuduğuyla, niçin okuduğuyla ilgilenmez. Diğer bir ifadeyle hem okumayı hem de kitaba sırt çevirmeyi anlamlı bir eylem olarak görecek bakış açısından mahrumdur. Toplum ve tarih koşulları umurunda değildir.

İnsan niçin okur? Okuma meselesine kafa yoran birinin sorması gereken ilk soru bu olsa gerek. Aklıma okuryazarlığın kullanımları ifadesi geliyor. Kültürel çalışmaların öncülerinden Hoggart, işçi sınıfı için okuryazarlığın görünüm, anlam ve imkanları üzerine kafa yormuştu. Bizi burada ilgilendiren ise okuryazarlığın Türk soluna özgü bir kullanımı. Bu kullanımın en bariz özelliği okuryazarlığı kültürlü insanın eylemlerinden biri olarak kodlamasıdır. Dolayısıyla kültürün dışında kalan yığınların veya toplumsal grupların okuryazar olarak tanınıp tanınmaması herhangi bir zihinsel uğraş gerektirmez.

Kimlikler eylemleri çoktan gölgelemiş, ideoloji gerçeğin görünmesini imkansız hale getirmiştir. Üstelik bu ideoloji, kültür rozetini yakasından hiç düşürmediği için kendi tarihine de yabancılaşmıştır. Solun tarihinde kültür, çoğunlukla üstyapı unsurudur, mücadele alanıdır. Gelgelelim Türk solu bizatihi üstyapı unsuru olduğu için kültürcülüğü kaçınılmazdır. Değilse klasik Marksizme şerh düştüğü veya cephe aldığı için kültürün üzerinde bu kadar duruyor değildir. Halk kültürü diye bir çalışma alanı Batılı düşünür için tüm yönleriyle halkın bütününe ilişkindir. Türk solcusu için ise Alevilik, Pir Sultan ve Şeyh Bedrettin’den Köy Enstitülerine, Enstitülerden toplumsal cinsiyet ve çoğulculuk edebiyatına uzanan, nasıl uzandığını da kimsenin bilmediği bir süreksizlik halidir. Halka rağmen halk kültürü diyebiliriz bu yamuk çizgiye.

Kitap, kültürün sınırları içindeyse değerlidir Türk solunun okuryazarlığı kullanımına göre. Okunan metnin niteliği metnin dışında, hatta uzağında bir yerlerde belirlenmiştir. Bu “bir yerler” o kadar belirsizdir ki liberalizmin görünmez eliyle yarışır neredeyse. Sözgelimi Şeker Portakalı, Komünist Manifesto, Nietzsche Ağladığında, Hayvan Çiftliği, Elveda Güzel Vatanım gibi kitapları düşünelim. Bu kitapların niteliği, büyük harflerle yazılması gereken KÜLTÜR tarafından çoktan belirlenmiştir. Bunları okuyarak kültürlü insan olamazsınız ama kültürlü insanın bunlar ve benzerleri dışında pek bir şey okuduğu da görülmemiştir.

Okuryazarlığı kültürel ayrıcalık olarak kullanmak, her halükarda belli türde bir okuryazarlığı makbul görme çabasının tezahürü. Ve okuryazarlığın böyle bir kullanımı, Cumhuriyetten önceye uzanır. Kemalistlerin kopuş teranelerine rağmen Tanzimatçılardan devraldıkları bir tutumdur snop okuryazarlık. Küçük bir fark tespit edilebilir. Tanzimatçılar halktan koparken Kemalistler halka giderken snoptur.  İlki kendi içinde tutarlıyken ikincisi yamalı bohça gibidir.

Bohça bugün de yamalı. Ama renkler birbiriyle uyumsuz, dikiş ipliği dayanıksız. Cuntacılık özlemi sandık özgüveniyle birlikte yürüyor. Buradaki paradoksu açıklamak gerekir. Sol, sol olarak kaldığı sürece cuntacılığı özleyecek, sandık özgüveni aradığı sürece Nihat Genç’in tabiriyle “çingene hikayesi”nin peşine düşecektir. Dolayısıyla okuryazarlığın snop kullanımının altında pek çok şey gizlidir: Kemalizmle solun yeni(den) birlikteliği, Müslümanlara duyulan hınç, kendinden nefret[*], zinde kuvvetler sevdası, burjuva iki yüzlülüğü. Dindarlar okumuyor diyenlerin ağzındaki bakla, Müslümanların canına okuyacak bir siyasi organizasyon arayışıdır.

NOT

[*] Benim Hoggart’tan ilhamla tartıştığım konu, Murat Güzel’e göre seküler aşağılamadır.

Etiketler
Okuryazarlık Okuryazarlığın kullanımları Murat Küçükçifci