Ecnebilerden bir hoca: Peter Burke
Hobsbawm, Simmel, Bourdieu gibi biri değil Burke. Türk üniversitelerindeki sosyalbilim kürsülerinde ismi sıklıkla anılan, tarih ve sosyoloji hocalarının öğrencilerine ilk elden tavsiye ettiği biri değil. Üniversite sınırları dışında da Cioran, Foucault ya da yenilerden Byung-Chul Han gibi popüler biri hiç değil. Kitaplarının satış adedi, konferansına katılan insan sayısı ortada. Niçin böyle?
İlk cevap Burke’ün çalışma alanı, yani kültür tarihiyle ilgili olsa gerek. “Türkiye’de, Türkçenin bir kültür tarihçisi var mı?” sorusuna samanlıkta iğne arar gibi literatür karıştırmadan cevap veremeyişimiz Burke’ün niçin az okunduğuna bir cevap olabilir. Bir çalışma alanı olarak kültür, Cumhuriyet’in kuruluşundan 80’li yıllara kadar milliyetçiliğin alt kolu olarak kaldı. Türk kültürü başlığı, özellikle Ziya Gökalp, Fuat Köprülü, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Tuncer Baykara, İbrahim Kafesoğlu, Erol Güngör ve Şerafettin Turan gibi çoğunlukla tarihçi isimler tarafından oluşturulan diskurla muhteva ve meşhurluk kazandı.
Sol düşünce için ise kültür, iktisadın karşısında, hadi hafifletelim, gölgesinde kalmaya mahkum bir uğraş alanıydı uzunca dönem. Batılı Marksistleri takiben (takliden mi demeli?) kültürü keşfetti Türk solu. Bilhassa 1960 sonrası Batı Marksizminde ortaya çıkan yeni yönelimlerden biriydi kültürel çalışmalar. Büyük harflerle yazılan iktisat haricinde kalan her şey demekti buradaki kültür kavramı. Irk, cinsiyet, medya, eğlence alışkanlıkları, giyim kuşam, sanat tarihi, halk dansları… Bunlar ve daha fazlasını ifade ediyordu. Bu yönüyle kültürel çalışmalar, Batı Marksizmi için olduğu kadar, belki ondan daha fazla Türk solu için de günah çıkarma gibi bir anlama sahiptir. Türkiye ya da başka bir ülkenin kültürel tarafı, yani özgünlüğü, sayıların ve sınıfların nesnelliğiyle sarhoş olmuş sol için hiçbir anlama sahip değildi çünkü.
Sağın kültürcülüğü ve solun yeni kültürcülüğü, ikisi de Burke tarzı bir kültür tarihçiliğine yatkın okuryazarlık formu değil. Burke’ün kültürel melezliğe yaptığı vurgu, sağ için aşırı derecede girift. Bu yüzden milliyetçi ihtiyaçlara cevap verecek yalınlıktan, daha doğrusu yalınkatlıktan uzak. Diğer taraftan solun kendi tarihiyle hesaplaşması anlamına gelecek bir kültür tarihçiliği de değil Burke’ün çalışma biçimi. Tüm bunların yanında Türkiye’de Batı tarihçiliğinin gelişkin bir alan olmaması da Burke’e olan ilginin zayıflığını açıklamaya yarayabilir. Avrupa merkezciliği eleştirse de sonuçta Avrupa’yı, Avrupa’nın ilişkilerini anlatıyor Burke. Avrupa ile ilgili herhangi bir olay, kavram, tarih, kitap, nesne veya alışkanlığı mümkün olan en fazla sayıdaki unsurla ilişkili hale getirmeye çalışıyor. Bu ilişkiselliğe kültür diyor Burke. Goffman’ın sosyolojide simgesel etkileşim kavramının sırtına yüklediği yükü, Burke kendi alanında kültür kavramına yüklüyor. Kültür etkileşimden, ünsiyetten, akıştan, tarihe dahil ve müdahil olmaktan ibaret Burke’e göre.
Kelimenin gerçek anlamıyla disiplinlerarasılığın kitabını yazmıştır diyebiliriz Burke için. Disiplinlerarasılık günümüz akademisinde yüceltiliyor ama gerçekten başarıldığında alıcısı pek çıkmıyor. Tam aksine disiplinin sınır boyunda kendine nöbet yazanlar casus olarak görüyor Burkevari yazarları. Tarihçiler arasında sosyolog, sosyologlar arasında tarihçi, dilbilimciler arasında sanat tarihçisi, sanat tarihçileri arasında biyografi yazarı olarak burun kıvrılıyor böyle yazarlara. Çalıştıkları konunun hakkını vermeleri, tanım ve özet yazarı olmamaları, disiplinlerin dışında kalan popüler alanda tanınmamalarını beraberinde getiriyor.
Başa, hatta başlığa dönersek niçin hoca dedik Peter Burke’e? En temelde klasik bir felsefi sebebi var bunun: bilgi aşkı. Öğrenmenin sınırsızlığını, bilginin kolektif bir nesne olduğunu gösteriyor, hatta aşılıyor Burke. Sözgelimi İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu’ndan söz ederken, Ginzburg ya da üstadı Burckhardt’ı anarken, anlatırken keyif aldığı anlaşılan tüccar, gezgin ve mültecileri tasvir ederken kültür kavramının uçsuz bucaksızlığının hakkını veriyor. Köken yerine süreci, özne yerine ilişkiyi vurguluyor. Bu nedenle Burke, insan kelimesinin ünsiyetle, yani kendinden taşmakla, ilişki kurmakla etimolojik bağını bilse Türkçeye hayran olurdu.
Yine başlığa dönersek, niçin ecnebiliğini belirtme gereği duyduk? Ülkelerin, kültürlerin birbirleriyle ilişkilerini; göç yollarını, ticareti, hac seyahatlerini, savaşları, mübadeleleri, sınırlarda birbirine karışan halkları bu denli önemseyen Avrupalı bir kültür tarihçisinin Türkiye’den haberdar olmaması düşünülemez herhalde. Ne var ki Burke’ün çalışmalarında Türkiye göze çarpan bir detay bile değil. Osmanlı bir iki yerde geçiyor ama dünya tarihinin akışına etki eden bir konu olmasına rağmen Osmanlı-Avrupa ilişkilerinin tarihçimizin çalışmalarında yeri belirsiz. Burke’ün Türklüğe karşı üç maymunu oynaması, Avrupa merkezciliğe yönelttiği o sayısız eleştirinin altını oyuyor. Yine de kültür kavramının karmaşıklığını gösteren, bu karmaşıklığı kültür tarihi biçiminde inşa eden önemli bir tarihçi Burke. Neredeyse bütün kitapları Türkçeye çevrilen Burke’ün Avrupa’da Rönesans, Yeniçağ Başında Avrupa Halk Kültürü, Kültür Tarihi kitapları, sayısız kitap ve konuya kapı aralayacak uzun ama zevkli bir okuma serüveninin ilk durakları olabilir.