Madunun sesini batı fonlarıyla ayakta duran yayınlar mı duyuracak?
Madun ifadesi, ilk kez Antonia Gramsci’nin hapishane defterleri arasından çıkmıştı. Ancak yaygınlaşması ve literatüre girmesi Gayatri Chakravorty Spivak sayesinde oldu. Kalküta doğumlu Spivak’ın, alanı aslında post-kolonyalizm. Hintliler ve Pakistanlılar, çok çalışır post-kolonyalizm. Örneğin Dipesh Chakrabarty, Ranajit Guha ya da İkbal Ahmed gibi isimler. Raj Kaapor’un 1951 senesinde çektiği “Avare” isimli meşhur bir film vardı. Çocukken şarkısını falan söylerdik hatta. Özellikle hapishane sahnesi hâlâ aklımdadır. Kahramanımız; “Nerde bir parça ekmek görsem, bir türlü kendimi gülmekten alıkoyamıyorum.” Diyor ve şöyle devam ediyordu; “Bu ekmeği eğer çalmadan bulabilseydim, hiç şüphe yok ki birçok sefer burayı ziyaret etmek zorunda kalmayacaktım.” Aslında post-kolonyalizm bu demek işte.
Spivak’ın dikkat çekmesine ve tanınmaya başlamasına sebep olan şey ise, Jacques Derrida’nın kitabı “Gramotoloji”yi Fransızcadan İngilizceye tercüme etmesiyle olmuş. Gerçekten ilginç çünkü böylesi ağır bir kitabı tercüme ettiğinde, henüz 20’li yaşlarının başındaymış ve felsefe eğitimi yokmuş. Üstelik ne İngilizce ne de Fransızca, anadili imiş.
Kolay bir çocukluk geçirmemiş Spivak. Meşhur kitabı “Madun Konuşabilir mi? De yaptığı analizlerde, sıklıkla kendi aile geçmişine başvuruyor o nedenle. İngiliz sömürgeciliğine karşı mücadele eden bir gruba üye olan büyük teyze henüz 17 yaşındayken kendini asması, Spivak’ın zihninde yer eden en önemli olaylardan birisi. Teyzesi, gayri meşru şekilde hamile kaldığına dair dedikodular çıkmasın diye kendini asmadan önce 4-5 gün boyunca âdet görmeyi beklemiş. Eğer derdini anlatmayı deneseydi, onu duyan birileri olacak mıydı? Madun kavramı da bu soru üzerinden şekillenmiş aslında. Derdini anlatamamış çünkü sesi elinden alınmış. Cinsiyet, inanç, sınıf ya da etnik köken bakımından dilsizleştirilerek, toplumun en alt kesimine atılmış. Madun, dilsiz yani sesi çıkmayan, toplumun en alt kesimindeki insanlara yönelik genel bir tanım o nedenle.
Madun konuşabilir mi?
Hinduizm’in önemli metinlerinden olan Dharmasastra kaynaklı bir gelenek var. Hint kadınlar, kocaları öldükten sonra eşlerine ne kadar sadık olduklarını ve onların ardından yaşayamayacaklarını göstermek için kendilerini kocalarının naaşının yakıldığı ateşe atıyorlar. Ve buna Sati İntiharı deniyor.
Bu geleneği kaldıran, Hindistan’daki İngiliz sömürge yönetiminin ilk valisi Lord William Bentinck olmuş. İngilizler, kıtaya ayak bastıktan kısa bir süre sonra 1829 senesinde, Sati intiharını barbarlık olarak adlandırarak, yasaklamışlar. Bu yasağı, Hindistan’daki 190 senelik İngiliz sömürge yönetiminin aldığı en dikkat çekici karar olarak adlandıranlar var. Oysa yapmak istedikleri çok basit aslında. Hint toplumuna ait dini bir geleneği yasaklayarak, kendilerini madunların kurtarıcısı olarak gösteriyorlar. Geri kalmış doğuya karşı medeni batının kurtarıcılığı. Maduna ses olduklarını iddia ediyorlar yani. Ancak tek çıkan, kendi sesleri aslında. Madunun sesi değil. Madun konuşamaz çünkü. Ve madunun tek sesi sessizliğiyken, duyulan İngilizlerin sesinden başka bir şey değil.
Bu yüzden Spivak, söz konusu düzenlemenin ardından madun olarak adlandırdığı, toplumun alt kesimindeki Hint kadınlarının, İngiliz sömürgeciliği ve Hindistan arasında bir savaş sahası haline geldiğini söylüyor. İngilizlerin, yerleşik bir geleneği manipüle ederek, madunları nasıl istismar ettiğinden bahsediyor. Birine kendi dilini vermek, en büyük istismarlardan birisi çünkü.
Cezayir üzerinden de benzer bir örnek vermek mümkün. Frantz Fanon, Fransa’nın Cezayir’deki en büyük mücadelesinin çarşafa karşı olduğunu anlatıyordu. Çarşaf, basit bir giysiden ibaret değil büyük bir direniş sembolü çünkü. Ve madun olarak adlandırabileceğimiz, Cezayir toplumunun en alt seviyesindeki, sesini kaybetmiş kadınlara “özgürlük” ve “kendi kaderini çizmek” gibi telkinlerde bulunan Fransız işgalcilerin, bu uğurda, büyük paralar harcadıklarını da biliyoruz hatta. Bu kadınlardan bir kısmı, ki Fanon onları “İşsiz kalmaktan korkan hizmetçiler, yuvalarından uzak düşmüş fakir kadınlar ve fahişeler” olarak tarif ediyor, “Yaşasın Fransız Cezayir’i” diyerek çarşaflarını çıkarıp attıkları zaman, madun olmaktan çıkıyorlar artık. Sessizlikten kurtulup, bir sese kavuşuyorlar. “Yaşasın Fransız Cezayir’i”.
Yani madun konuşunca madun olmaktan çıkıyor. Kendisi olmaktan çıkıyor, sahibinin sesi haline geliyor, başkasının dilini ödünç alıyor ve başka bir tanıma ihtiyaç duyuyor artık. Spivak da, bu nedenle madunun konuşamayacağını savunuyor zaten.
Spivak’ın Türkiye’deki trajikomik röportaj tercihi
Spivak, bundan birkaç sene önce Gazete Duvar’a bir röportaj vermişti. Kısa süre sonra Center for American Progress isimli ünlü bir Amerikan düşünce kuruluşu, "Türkiye'nin Değişen Medya Ortamı" adında bir rapor yayınladı. Ve Spivak’ın röportaj yaptığı Gazete Duvar’ın da, Medyascope, T24 ve Bianet gibi başka bazı haber siteleri gibi Amerika’daki kurumlardan fon aldığını açıkca ilan etti.
Yani Spivak’in post-kolonyalist ve Marksist bir kavram olan madunu anlattığı röportajını, kapitalizm-sömürü vb. denildiği zaman ilk akla gelen Amerikan devletine bağlı kurumlardan aldığı fonlarla ayakta duran bir haber sitesinden okumuştu herkes. Spivak, bu durumdan haberdar mıydı? Bilmiyorum. Eğer haberdarsa, kendisiyle büyük bir çelişkiye düşmüş olur. Zira, emperyalizmin yeni madunlar yaratmaya devam ettiğinin altını çiziyor senelerdir. Bu konuda nasıl bir açıklama yapardı, gerçekten merak ediyorum.
Batıdan fon alan haber siteleri maduna ses olmaya neden bu kadar meraklı?
Bir dönem, özellikle Medyascope’da sürekli benzer röportajlar okuyorduk. Başörtülü bir kadın çıkarak, geçmişte ailesinden ve çevresinden ne büyük eziyetler çektiğini, başını açtıktan sonra ise gerçek özgürlüğün tadına vardığını anlatıyordu. Bir değil iki değil ama. Peş peşe bir sürü kadın çıkmıştı böyle. Kimisi arkasını dönerek konuşuyordu, kiminin ise yüzlerini net şekilde görüyorduk. O zaman ilk dikkatimi çeken şey, bu hikayelerin daima tek taraflı oluşuydu. Başını örtmek istemesine rağmen aile ya da çevre baskısı nedeniyle tesettüre giremeyen kadınlara dair hikayeler neden anlatmıyordu hiç mesela Medyascope? Öyle kadınlar da yok muydu Türkiye’de?
Ancak başörtülü kadınlara madun rolü biçmişler ve tıpkı Sati intiharlarını yasaklayan İngilizler gibi onlara ses olmaya heveslenmişlerdi nedense. Eski yaşantısında dilsiz olan ve sesini kimselere duyuramayan başörtülü kadın, başındaki örtüden kurtularak onların karşısına çıktığı zaman bir sese sahip olacaktı. İçinden çıktığı sınıfın barbarlığından kurtularak, medeni insanların arasına karışabilecekti artık. Ölümden dönecekti adeta.
Lgbti+ üyeleri de benzer bir serüvene sahip oldu. Sesini kimselere duyuramayan ve aileleriyle büyük sorunlar yaşayan bu insanların, madun olarak tarif edildiğini okuduk defalarca. Örneğin Gazete Duvar’da, Bianet’te ya da Kaos Gl’de açıkca yazıldı bu. Oysa diğerleri gibi Kaos Gl de, yine batıdan fon alan bir Lgbti+ dergisiydi. Derneği bile vardı. Dergi çıkaran, dernek kuran insanlar madun olabilir mi hiç? Madunu, madun kılan en temel özelliği, örgütsüz oluşudur. İstedikleri kadar mağduriyet yaşasınlar, örgütlü bir topluluğun üyelerine madun denmez. Zira örgütlü insanların, bir sesi vardır zaten.
Kimi zaman Roman vatandaşlar, kimi zaman Kürtler, kimi zaman Aleviler, kimi zaman Ermeniler, kimi zaman ise kadınlar, kendini ifade etmekten yoksun madunlar olarak tanımlandı, Amerikan kurumları, Avrupa Birliği, Soros Vakfı’na bağlı dernekler ya da benzer fonlarla ayakta duran yayınlar tarafından. Birtakım projelere konu oldular. Yüzlerce insan çalışmak için can attı bu projelerde. Bilgi Üniversitesi gibi üniversitelerde, Ermeni madunlar için konferanslar düzenlendi. Çarşaf çarşaf haberleri yapıldı bütün bunların Gazete Duvar’da, Bianet’te, T24’te ya da Medyascope’da.
Oysa bütün bu gösterişin ardındaki hakikat, madun kavramının içinin boşaltılarak, birtakım siyasi emellere alet edilmesinden öte bir şey değildi. Titanic gibi yavaş yavaş batarak, karanlık sulara gömüldü Spivak’ın madunu. İçi boşaltıldı, her sene hesaplarına on binlerce dolar yatan birilerinin intikam nesnesi haline getirildi. Batı sömürgeciliğin yumuşak gücü, bilmem ne enstitülerinin ülkemizdeki taşeronluğunu yapanlar tarafından hoyratça hırpalandı. Hatta içlerinde madunu savunmak için gelen paraları bölüşemeyip, para kavgası edenler bile oldu. Gramsci’nin hapishane defterlerinden hayatımıza giren madunu, şu an geldiği noktada en baştan tarif etmekten başka çare yok o nedenle.