Yusuf Atılgan’ın hikayelerinde yabancılaşma tezahürleri
Edebiyatımızda birey denilince akla gelen yazarların başında kuşkusuz Yusuf Atılgan geliyor. Modern dünyada kaybolan, kendine ve topluma yabancılaşan bireyleri eserlerinin merkezine yerleştirerek iç dünyalarını okuyucuya açıyor. Anayurt Oteli’nin Zebercet’i, Aylak Adam’ın C’si onun unutulmayan kahramanlarından. Her ne kadar romanlarıyla ön plana çıksa da daha evvel yazdığı hikayelerinde de benzer temaları işlediğini görüyoruz. Yaşadığı topluma ayak uyduramayan, yaşamına dair sorgulamalar içine düşen, kendine ve çevresine yabancılaşan mutsuz insanların hikayeleri. Modernist romanların varoluş sıkıntıları çeken kahramanlarının mekanları şehirler olsa da Atılgan’ın köy ve kasabada yaşayan kahramanlarının da benzer sancılar çekmesi dikkate değer. Bir diğer dikkat çekici durum da kahramanların yabancılaşma hadiselerinin sembolleştirilerek hikayelerde birer leitmotiv gibi anlatı boyunca tekrar edilmesi.
Evdeki isimli öyküde kasaba halkına ayak uyduramayıp yalnızlaşan, yabancılaşan genç bir kızı görüyoruz. Çevresindeki insanlara baktığında sert ve asık suratlarını görüyor, onları dinlediğinde ise dedikoduları ve iğneleyici sözlerini duyuyor. Sürekli olarak korku, bulantı, sıkıntı gibi olumsuz duygular içinde. Yalnız onda da değil, bahsettiği herkesin üzerinde bu ruh halinin sirayetini görüyoruz. Hatta ilkbahar olmasına rağmen havada bile ağırlık var. Ahlaki olarak da kötü durumda olan, yozlaşmış ve baskıcı insanlardan oluşan kasaba, genç kızın üzerine adeta bir kâbus gibi çöküyor. İçine sıkıştığı bu kasabadan rüyasında bile kurtulabileceğine dair umudu yok.
Öyküde kasabanın kız üzerinde yarattığı baskı, yıllar önce penceresinin önüne yığılan kalaslarla sembolleştirilir. Kalasların geldiği sene hem liseyi bitiriyor hem de kendisine kitaplar vererek yeni şeyler öğreten dayısını kaybediyor. Okul, kitaplar ve İngiltere’de eğitim gören dayısı farklılıklara açılan birer kapıyken tüm bunları yitirmesiyle kasaba gerçeği üzerine kalas gibi yığılıyor. Ayrıca daha önceleri kalasların yığıldığı arsada toplanan insanları seyrediyorken kalasların gelmesi arsanın boşalmasına da sebep oluyor. Böylece kız iyice yalnızlaşıp uzaklaşıyor.
Bir diğer kasaba hikayesi ise Saatlerin Tıkırtısı. Anlatıcı karakter bir saatçi görüyor, ilgisini çeken bu adamın hikayesini yazma hevesine kapılıyor. Böylece saatçinin hayatına dair tahminlerini ve kendi kafasında kurduğu senaryoları okuyoruz. Bu öykü saatçinin hayatıyla ilgili olsa da onu düşüncelere itenin kendi sıkıntılı ruh hali ve yaşadığı yabancılaşma durumu olduğunu aşikâr. Topluma ve hayata dair hislerini saatçiye yansıtarak onun üzerinden yaşama karşı bir sorgulamaya girişiyor.
Öyküye adını veren ve leitmotiv olarak dikkat çeken saat tıkırtısı, hayat düzeninin bir yansıması olarak sunulmuş. Fakat tasvip edilen bir düzen değil bu. Aksine yaşamı sıradanlaştıran, sıkıcı hale getiren ve insanlar üzerinde baskı kuran bir düzen. Her sabah iğrene iğrene de olsa saatleri kurarak içini sıkan bu tıkırtılara sebep olan kişi, yine saatçinin kendisi.
Anlatıcı, saatçinin geleceğine dair ümitli. Onun bir gün bu düzene son vereceğine, saatleri kurmayı bırakıp bu tıkırtıdan kurtularak özgürleşeceğine inanıyor. Fakat böylesi bir durumda halkın ona karşı çıkacağından da emin. Toplumun, düzeni sağlamak adına insanları belirli kalıplara hapsettiğini ve özgürlük önünde bir engel teşkil ettiğini düşünüyor.
Bununla beraber anlatıcının düşünceleriyle hayalleri arasındaki tezatlık dikkat çekici. Bir yandan hayatın sıradanlığından ve düzeninden rahatsız olduğunu görüyoruz. Fakat diğer yandan insanlara yalnızca almak istediği cevaplara göre sorular soruyor, kafasında kurduğu saatçi imgesini yıkmasından korktuğu için onunla tanışmayı bile reddediyor. Hayallerinde herkesin nasıl davranacağı, neler söyleyeceği belli. Belki de kendi yaşamında cesaret edemediği için bu kırılmayı yalnızca penceresinden gördüğü bir saatçinin hayatı üzerinde tahayyül ediyor.
Kentte geçen öykülerden biri olan Çıkılmayan öyküsünde, yaşadığı hayattan memnun olmayan, kendini istemediği düzenin içinde sıkışmış halde bulan bir karakterle karşılaşıyoruz. Bu hikayedeki yabancılaşma durumunun sembolü ise diş ağrısı. Karakter kendini yağmacılardan oluşan bir kalabalığın içinde sürüklenirken buluyor ve onlara ayak uydurarak dükkanları yağmalamaya katılıyor. O topluluğun içindeyken sanki aidiyet duygusuyla bilincini yitirmiş gibi davranıyor fakat yalnız kaldığında ve elindeki parayı fark ettiğinde kendisiyle yüzleşmeye başlıyor.
Ona göre özgür olmanın ve istediği yaşama sahip olmanın tek yolu para. Eline geçen paralar pis ve yağlı. Mecazi olarak değerlendirdiğimizde pis ifadesini haksız kazanç olarak da okuyabiliriz. Fakat ona göre önemli olan temiz veya pis olması değil. İçine bulunduğu hayattan kurtaracak bir araç olması.
Her ne kadar böyle düşünüyor olsa da bu paralar, kurtulması gereken bir diş ağrısı gibi ona rahatsızlık veriyor. Paraları aldığı andan itibaren çürük azı dişinde büyük bir acı duymaya başlıyor. Ruh haline bağlı olarak bu diş ağrısının tezahür ettiğini görüyoruz. Takip edilip yakalanacağına dair kaygı peşini bırakmıyor, şüpheye düştüğü her an diş ağrısı kendini hatırlatıyor.
Memnun olmadığı hayattan kurtulmak için giriştiği yol, yabancılaşmasına sebep oluyor. Toplumda özgürlüğün tek şartının para olması fakat buna rağmen ulaştığı paranın kendisine korku, ağrı ve bulantıdan başka hiçbir şey getirmemesi umudunu kaybetmesiyle sonuçlanıyor.
Yazarın diğer öykülerindeki karakterler de benzer koşullar altında. Hayattan kopuk ve diğerlerine ayak uydurmada güçlük yaşayanlar anlatılırken toplumun aksaklık ve yozlaşmalarını görüyoruz. Yaşadığı çevreden bunalan, özgürlük arayışında olan karakterleri okurken ise boğuk ve baskıcı çevrelerini hissediyoruz. Hem böylesine çok yönlü bir anlatımın olması hem de problemlerin farklı unsurlarla sembolleştirilmesi öykülere zengin bir atmosfer sağlıyor.