İmge biricikliğin vekilharcı mı?


İronik realizm, sadece edebi anlamdaki gerçekçiliklerin değil, politika ve sosyoloji kökenli gerçekçiliklerin de bir yapısökümüdür; onların gerçeklik tasavvurlarında yatan, kolay kolay farkına varılamayan, farkına varılsa bile bu tür gerçekçiliklerin bağlılarına vaat ettiği politik ve toplumsal kârlar bakımından rahatlıkla göz ardı edilebilecek bazı dirençli önyargı ve varsayımların, kör noktaların, çelişkilerin ironik tavırda içerilen eleştirel mesafe sayesinde açığa çıkarılışıdır. Bu mesafe, kavgada yumruk atabilmek için rakibe karşı alınması gerekli asgari mesafedir aynı zamanda.

Bu anlamda ironik realizm, edebi olduğu kadar politik, politik olduğu kadar edebi imaları içeren, bu imaları içermesine karşın bu imalar sayesinde yaşanan gerçeklikle arasındaki mesafeyi kısaltmaya yanaşmayan ve bu yüzden özünde edebi/estetik olan bir alanda geçerlilik talep etmekle yetinen, kendini edebi alanla sınırlayan, bu alanda ikamet eden, yumruk atma mesafesini koruyan bir tutumdur. İronik realizmin imge sorununa bakışı bu yüzden saf(dil) gerçekçiliklere, politik ve sosyolojik gerçekçiliklerin edebi gerçekçilikler üstündeki baskısına karşı dirençli bu mesafeyi koruma anlamında temel bir hamledir. Öte yandan bu hamleyle aynı zamanda beşerî deneyimde köklendiği savlanan "biriciklik" nosyonunu da devre dışı bıraktığımız görülür. Çeşitli imgecilikler yoluyla erişilen politik "özdeşlikler zinciri"ni de anlamsızlaştıran bir tutum ve tavırdır benimsediğimiz.

İmge sorunu bir "biriciklik", bir ayniyet arzusu/sorunudur. Modern mecaz retoriğinde imge sorununun neredeyse tamamını oluşturan biriciklik ve ayniyet arzusu/sorununa yaklaşımımızdaki bu stratejik hamleyi poetika harici başka mecralara çekmeye çalışan anlayışlara değineceğiz bu yazıda. Bunu yaparken elbette ironi, gerçeklik, imge, biriciklik, ayniyet vb. kavramlara bakışımızı yeniden düzenlememiz, bu konudaki düşüncelerimizi yeniden ifade etmemiz gerekecek. (İmgeciliğe karşı aldığımız konumun bir kör döğüşü olmadığı da böyle tebarüz edecek.) Bu yazı böyle bir düzenleme/tekrarlama gayretinin, bu konudaki sarahati yeniden kavramaya çalışmanın bir ürünüdür. Ama önce ironi ve gerçeklik ilişkisinin "başka" mecralardaki izini sürmek istiyoruz. Böylece modern mecaz retoriğindeki "biriciklik" ve "ayniyet arzusu" olarak imge sorununa yaklaşımımıza dair izhar edilen bazı şek ve şüpheleri daha rahat değerlendirebileceğiz.

Saf ironi, yaşadığımız gerçekliğe mesafeliliğin ön şartı ise, saf gerçekçilik de saf ironinin bizi savuracağı kötümserlik ve nihilizme, edebiliğin kendi içine kıvrılarak uyuklamasına, kötürümleşmesine, çürümesine karşı alınmış eleştirel bir ön tedbirdir. Bu yanıyla, bu iki saflığın saf olmayan bir bireşimini temsil eden "ironik realizm", gerilimli bir beraberliğin kısaltılmış, sadeleştirilmiş, hatta uzlaştırılmış bir haline tekabül eder. Yani o da en az yapısöküme uğrattığı anlayışlar kadar yapısöküme, bu tür bir radikal hermenötiğe açıktır. İronik realizm tabirindeki gerilime değinmek, esasen bu tabirin kuşattığı/belirlediği/oluşturduğu edebi kertenin yorumlanışında ironi unsurunun gerçeklik unsuruna nazaran daha öncelikli ve ağırlıklı olduğunu söylemenin başka bir şeklidir. Bu tabirdeki ironi kendiliğinden tabirin oluşturulmasına giden yola dair radikal hermenötik kuşkuları beslemelidir ya da bu kuşkularla birlikte bir sarahat alanını belirlememize imkân tanımalıdır. İroninin kavramsal düzenlenişine dair bu imkân, sezgisel-felsefi bir imkân şimdilik. Peki ironi, metin yorumlamalarına dair felsefi yaklaşımlar dışında, edebi bir eser için ne anlama gelir?

"İroni yoksa sanat eseri de yoktur" demiş Solgery, görüşleriyle Hegelci estetiğin önemli beslenme kaynaklarından birini oluşturan filozoflardan biri. Modern zamanlarda "sanatın, şiirin vb. ölümü" temalarını bize kakalayanlardan biri olan Hegel'in beklentisi elbette etkin aklın hileli yollarının, yani modern batının politik, sosyal, kültürel hayatıyla belgelediği zihinsel kamaşmanın nihai zaferiydi. Bu bakış açısına göre batı, insanlık tarihinde ortaya çıkmış bir biriciklik anının tezahürüydü neredeyse. İnsanlık tarihinin doruk noktası, bu tarihe atfedilebilecek ne kadar anlam varsa hemen hepsinin varıp varabileceği yegâne ufuktu. Oysa ileri sürülen bu beklenti kendi beklentisizlik ufkunu da oluşturdu. Artık kimse batıdan bir şey beklemiyor, güneşin batmasından başka! Demem o ki, Hegel'in adının hâlâ bu tartışmalarda geçmesinin yegâne sebebi, onun hâlâ meydan okunacak kâğıttan bir kaplan oluşudur. İroni belki de bunu yeniden keşfetmenin en etkili aracı olduğu için benimsenmektedir. Açıklayalım: Safdil gerçekçilikler (realizmler), tıpkı safdil coşumculuklar (romantizmler) gibi dolayımlılığın (dolayısıyla içkinlik ve aşkınlık, günah ve tevbe, suç ve kefaret, borç ve hesaplaşma, metin ve dünya, özsel dil ve ham dil, hakikat retoriği ve mecaz retoriği, ben ile öteki arasındaki geçişliliğin ve tersine dönmenin) reddedilişinin başka bir ifade tarzı ve tezahürüdür. İnsanlık tarihine, devrimci coşkuya (biriciklik ve ayniyet arzusu, şeylerin kendileri olarak göründükleri, dile ve zihne saydam oldukları yegâne kerte, hemen her zaman bu coşkunun zirveye ulaştığı noktada deneyimlenmez mi haddi zatında? Romantizm bundan başkaca bir ifadeye sahip midir?) sahip çıkan politik bilinçlilik tarzları ile bu bilinçliliğin aesthesis alanındaki deneyimlenme tarzlarındaki koşutluk: İşte İngiliz/Fransız/Alman romantizmlerinin kesişme düzlemi!

Karikatürize ederek çizdiğimiz bu sahneye hemen gerçekçiliklerin durumunu da eklemek gerek: Politik ve sosyal gerçekçilikler, edebi gerçekçilikler kadar safdil değildir; daha kurnaz, daha dolambaçlı yolları, etkin aklın hileli yollarını tercih ederler ve hemen her zaman tercih ederler. Onlar da dolayımlılığı reddeder reddetmesine, onlar da kendiliğindenci, doğrudancı (voluntarist), masumiyetçidirler; ama buraya kadar saydığımız sıfat ve semptomlardan rahatça çıkarsanabilir ki, bunu savunma tarz ve şekilleri edebi gerçekçiliklerin erişemeyeceği bir üçkağıtçılığın, hokkabazlığın, dolayımcılık ve demagogluğun ürünüdür. Edebi gerçekçilikler, biçimsel bile olsa, temsile dayalı (dolayımlı) olduklarının farkındadırlar; bu noktada politik ve sosyal gerçekçiliklerle rekabete kalkışmayacak kadar kendini bilen, masum ve iradi bir tavrı ve yönelimi edebi anlamdaki dürüstlükle bitiştirmek/birleştirmek zorunda kalırlar.

Edebi gerçekçiliklerin temel çelişkisi, gerçeklikle aralarındaki dolayımı özünde kabul etmekle birlikte onu teknik anlamda reddetmelerindedir. "Bu senin hikayen!" diye haykırdıklarında bile anlattıkları hikâyeyi üstüne alacak herhangi bir öznenin olmadığının farkındadırlar. Onların her seferinde muhataplarına (audience'a) "Bu senin hikayen" demeleri, demek zorunda kalmaları, muhatapların anlatılanlarla herhangi bir özdeşleşmeyi başaramadıklarının zımnî bir ikrarıdır aslında. Marx'ı başarılı bir edebi/siyasi eleştirmen kılan, buna rağmen nihai kertede Marx'ın yazılarına dayanan Marksistleri başarısız birer politikacı/edebiyatçı yapan bundan başkaca bir şey değildir. Edebi anlamda en püriten Marksist gerçekçilik anlayışlarından birini temsil eden Gyorgy Lucaks'ın Hegel'den "el alan" bir tür tarihselcilikle ulaşmaya çabaladığı "sınıf bilinci"nin, özdeşleştirmeci yanlarıyla Bertolt Brecht'in politik yadırgatıcı bakışının eleştirel kalıcılığına erişemediği bilindikte, hemen her seferinde temsil ettiği özü biçimselleştirici (estetikleştirici) bir jestle yetinmek zorunda kalan edebiliğin ve edebi gerçekçiliğin, gerçeklik tasavvurlarının imalinde politik ve sosyal gerçekçiliklerin hazır yapım mamulleriyle rekabet etmesini beklemek boşuna olacaktır. Saf/sofuca gerçekçilik, günümüzde gerçeklik duygusunun yitimine yaktığımız bir ağıt olmaktan öteye geçemez.

Hemen bu noktada ironiye değgin bir ayartmaya, iğvaya düçar kalabiliriz. Saf ironi de gerçeklik duygusuna yakılmış ağıttan çok, bu duygunun yok edilmesinin şen şatır elebaşlarından biri olmaya eğilimli, hatta bazen namzettir. Bu eğilim, kendine "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!" şeklinde özetlenebilecek bir yön çizmeye varırsa, yani yumruk atma mesafesinden uzaklaşırsa ironinin ne şenliği ne şatırlığı kalır. İroninin gerçeklik duygusunun yakıldığı cadı kazanının altına çalı çırpı taşımaktan imtina etmesi bile onun hayırla yad edilmesi için yeterlidir gerçi, eğer ateş ironik mesafeyi de tutuşturmayacaksa!

"İronik realizm" tabirinin götürülmeye çalışıldığı başka mecralara dair bütün bu ihtiraz kayıtlarından sonra yazımızın asıl konusunu teşkil eden imgeciliğin beşerî deneyime atfedilebilecek türden bir biricikliği "temsil etme" ehliyetine sahip olup olmadığını edebi siyaset bakımından ele almaya geçebiliriz. Biz saf/sofuca gerçekçiliğin daha incelikli, daha girift hale dönüşmüş şekillerini imgecilik olarak vasfediyoruz. İmgeciliğin soykütüğünde realizmin bulunduğu haddi zatında inkâr edilemez bir husustur. Batıda Ezra Pound, T. S. Eliot vb. şairlerin "imgeci" tutuma teğet geçmelerinin asli sebebini de burada aramak gereklidir.

İmgeciliği sofuca gerçekçiliğin düşünümsel gerçekçiliğe evrildiği bir kerte olarak algılamaya dayalı bu yaklaşımımız için en esaslı başlangıç noktası modern Türk şiirinin asli şekillenişidir. Modern Türk şiirinde imgecilik ile gerçekçilik arasındaki bağlar pek fark edilmez çünkü. İkinci Yeni'nin imgeci yanları ile Sezai Karakoç'un bu hareketten bahsederken kullandığı "neo-realizm" adlandırması arasındaki "sorunlu" irtibat şimdiye dek pek soruşturulmamıştır. Oysa, daha en baştan beri imgecilik ile gerçekçilik arasındaki bağların hem yapısal hem de sentagmatik bakımdan ibare ile ifade arasındaki ilişkiler sorununda (ibarelerin/kelime öbeklerinin özel sıralanışları aracılığıyla oluşturulan ifadelerin biçimlendirilmesi) düğümlendiğini görebilmek için pek fazla düşünmek de gerekmez. "Kelime" ve "kelime öbekleri" ("ibare") ile "dize" ve "dize öbekleri" ("ifade") arasında ne tür münasebetler olduğu, şiirin başat olarak bunlardan hangisine dayandırılması gerektiği sorunu, İkinci Yeni’ye atfedilen imgeciliklerin belki de en önemli "teknik" sorunudur.

Gerçekçi ifadelerin, imgeci ibarelere parçalanıp dönüştürülmesiyle; saf/sofuca gerçekçiliklerin, bu saflığa ve sofuluğa direnen imgelerin üretimi sayesinde imgecilikler içinde çözündürülmesi süreci, elbette Hegel ve Adorno'nun ummadıkları bir biçimde modernist diyalektiğin tersine dönmesiyle sonuçlanır. Günümüzde "görsel" ya da "kolaj" olduğu iddia edilen birçok şiirimsinin hem var olmalarının hem de birer gerçeklik müzesine, natürmortlara dönüşmesinin sebeplerinden biri budur. Aydınlanmanın nesnel istemi öznel bir ifadeye kavuşturulamadığı için imgenin ve imgeciliklerin tasfiye edilemediğini ileri sürerek, imgelere dair materyalist bir bakış açısı geliştirmeye çalışan Adorno'nun 'negatif' sezgilerine sadık kalarak söylemek gerekirse, tikelin biricikliği tümelin geçerliliğini nefyeder. Varolan artık tikelin biricikliğinin mistikleştirilmiş/kutsanmış halleridir; buna da birileri imge demektedir. Mistikleştirme/kutsama edimleri ile materyalize etme, büyüsünü bozma edimleri aslında aynı madalyonun önü ve arkasıdır. Yahut daha iyi bir benzetmeyle boş bir kâğıdın önü ve arkasıdır. Bu kâğıdın neresi ön, neresi arkadır? Bunu belirleyecek olan sizin bu kâğıda düştüğünüz özel işaretlerdir. Modern Türk şiiri bu "özel" işaretlerin art arda gelişinin, bana kalırsa, en güzel biçimde yazılmış bir tarihidir.

Aydınlanma'nın diyalektiğinin 'bütünlük' tasarımına bazen yandaş, bazen karşıt işleyişi tikelin lirizminin tümelin epiğine galebe çalması olarak düşünülürse elbette hata edilmiş olur. İmge, imgecilikler yüzünden yok olmuştur çünkü. Böyle bir ortamda tikelin lirizminden bahsetmek, asla tamamlanamayacak bir ibarenin ifadeye dönüşmesini beklemek demektir. Ne de olsa gündelik dilde lirik ibarelerden değil, lirik ifadelerden bahsedilir. İfadenin ibareye üstünlüğü, ironinin imgeye üstünlüğüdür. İronik anlam, ilk elde sözel bir ifadenin bütüncül, dolayısıyla lafzı da çerçeveleyen içkin anlamıdır. Bunu "aşkın"ın "içkin"e üstünlüğü olarak anlayanlar olacaktır. Oysa hiçbir zaman Bütün'ün Parça'ya aşkın olduğu söylenemez. Modern olsun olmasın herhangi bir şiirin anlamı sırf o şiirdeki imgelerin anlamı çözüştürülerek ortaya konamaz.

Bütüncül anlam ile parçacıl anlam arasındaki bağ, içkin ve aşkın anlam arasındaki bağ ile ele alınamayacak bir bağdır çünkü. Günümüz şiiri açısından İkinci Yeni'nin kalıcılaşmış, böylelikle üzerinde çeşitli miras kavgalarının yapılabileceği bir hazineye dönüşmüş döneminin ibare ve ifade sorununun ortaya çıkmaya başladığı andan itibaren İkinci Yeni şairlerinin tercihlerini "ifade"den yana koymaya başladıkları dönem oluşu bu yüzden pek şaşırtıcı değildir. İkinci Yeni mirası etrafında sürdürülen tartışmaya bakışımızı daha ayrıntılı olarak başka bir yazıda dile getirmeyi düşündüğümüz için burada bu değiniyle yetinmek zorunda kalıyoruz.

Bir ifadenin içkin anlamının, o ifadenin lafzi anlamıyla hemen her zaman örtüşmediği iyi bilinir. Gündelik dilde yerleşik darb-ı mesel ve deyimlerin, argo ifadelerin, dilin elastikiyeti olarak bilinen anlam kaymalarının sürekli hatırlattığı bir olgudur bu. Yer yer lafzi anlamla çatışan, çelişen bir anlamdır içkin anlam. İroni lafzi anlam ile gerçek anlam, yüzey ile derinlik arasında iş gören, hatta içkin anlamın lafzi anlamla nasıl ve nerede çatışması, çelişmesi gerektiğini bile kendi şekillenişi içinde kendi özgül ağırlığıyla belirleyebilen bir edebi figürdür. İroni, bu yüzden, çoğu kez diyalojik bir söz sanatıdır. Bir muhataba konuşur her zaman. Bu yüzden "lirik ironi" gibi bir garabeti değil, "dramatik" hatta "epik ironi"yi tahayyül edebilirsiniz pekâlâ. Öznel ya da nesnel ironiden bahsedebilirsiniz aynı şekilde. Çünkü "öznellik" de "nesnellik" de diyalojiktir, her iki halde de bir muhatap bulunur.

İroninin özgül ağırlığının diyalojik sözel ifadeye dağılımı, bu sözel ifadedeki lafzi anlamla (görünür/yüzeysel anlamla) arasındaki gerilimin dalgalanışına dayalı olarak içkin (gerçek/derin) anlamın belirlenişini değiştirir bu yüzden. İfadeyi oluşturan en küçük birimden (ibareden) başlayarak ifadenin bütün kuruluş düzeneğini baştan sona kat ederek kaplayan bir anlamsal gerilimdir ironi. Ne ifadeyi aşar ne ifadenin altında kalır ne de onunla özdeşleşir. İronik bir ifadenin üzerimizde oluşturduğu temel etki, "o" ifadenin gözü pek ama görünmez etkisi bile sayılabilir kimi zaman bazı bakımlardan. Lakin bütün görülmezliğine, kolayca dile getirilemezliğine karşın varlığını bize sadece bir "etki" olarak sergilediği için hiçbir zaman onu "biricik" kabul etmeyeceksinizdir. İmge de ilkin ironiye benzer bir biçimde, hemen her zaman kendini ibareyle, tikelin biricik deneyimiyle özdeşleştirmek, görünmeze dair birkaç "iz" ve "işaret"le yetinmek zorunda kalır.  Fakat bu "iz" ve "işaret"ler imge sözkonusu olduğunda genelde hep bir biricikliğe telmih olarak ele alınır. Ya da imgenin tamamlanamaz, açık uçlu "kuruluşu" içinde böylesi bir "biricik" deneyimi ifade ettiği düşünülür. İmge biricikliğe teşne oldukça, bu biricikliğin biricik olduğu an'ı ya da yeri bir "gizli öte" veya ""o belde" tasavvurunu da yaşatacaktır.

Sırf bu sebepten dolayı bile imgenin ironiye tabi olduğu ileri sürülebilir. Bu cümlenin ifade ettiği şey, kesinlikle imgenin biricikliğinin yadsınması değildir. İleri sürdüğümüz sav şudur: Biriciklik imgede hemen her zaman mütereddittir. Biriciklik imgenin parçalanışıyla/ortadan kalkmasıyla izi ortaya çıkabilecek bir şeydir. Bu, hemen her zaman bir imgenin kendine has bir biricikliği oluşturduğu, kurduğu anlamına gelir. Biriciklik imgeye öncel değil, imgeyle birlikte, imgenin ortaya çıkışıyla ortaya çıkan, yani imge sonrası bir deneyimdir.

İmgeye has tutulacak biricikliğin beşerî deneyime atfedilmesini eleştirdiğimizi ifade edersek imge sorununda durduğumuz yer böylece anlaşılır. Herhangi bir metinde ya da şiirde aktarılacak olan, başka insanlara aktarılması, ifade edilmesi gerekecek olan; dile döküldüğü andan itibaren o metnin yazarı ya da o şiirin şairi neyi kastederse etsin, okurun bir anlam yükleyerek okumasını gerektirecek olan; hiçbir zaman "saf bir biriciklik" olarak kavranamaz ya da hissedilemez.  İmgenin "biricik" olduğu bir an varsa, bu an imgenin "herhangi bir şey ifade edemediği" bir andır. Ne söze ne yazıya ne de resme dökülebilendir imgenin gösterdiği, yani kendisi.  İmge biricikse, biricikliğiyle sahici ve otantik ise ibareye bile gelmez, bir işe ve işleve koşulamaz. İmgecilerin, bir şiirin anlamını soranlara yönelik katı tutumları, yani bu anlama ilişkin yapılan herhangi bir soruşturmayı neredeyse bir "teşhir" faaliyeti, "teşhircilik" sapması olarak görmeleri de böylelikle açıklanabilir. Öyleyse birilerinin bize "biriciklik" olarak yutturmaya kalktıkları şey, bu "biriciklik" anlarına, "mahrem" anlara ilişkin retroaktif bir kurmadır, bu biriciklik anlarının sözle, yazıyla ya da görsellikle ifade ve taklit edilişidir. Teşhire ve teşhirciliğe karşı bir teşhir ve teşhircilik! Belki de bu yüzden imge hep hayali bir "biriciklik" anının taklidi, kopyası; üstüne üstlük kötü bir taklidi, kopyası olarak kalır. İmge her zaman imgenin imgesidir! İmge sorununun soykütüğünde özgül bir politik eklemlenme, bir tür Platoncu mağara istiaresi bulmamız boşuna değildir dolayısıyla.

Doğrusu, biricikliğe dayalı bir imge tasavvurunu piyasaya sürenlerin imge ile biriciklik arasındaki bu tersine dönmeyi kavrayamamalarına şaşırdığımız bile söylenebilir. Taklide karşı otantisiteyi, biricikliği ve dahi imgeyi savunduğunu zannedenler, Platon'u yok yere hafife aldıkları halde oturup bize dinsel simgelerle modern imgeler arasındaki "kurucu" farklılaşmayı izaha yeltenmektedirler.

Zihne ilişkin kendine özgü tektoniğinde muhayyileyi algılama yetisi ile anlama yetisi arasındaki bölge olarak tasrih edip belirsizleştiren Kant bile bu noktada hâlâ aşılamaz görünür. Çünkü, imge ancak ifade edilemezliğiyle imge olabilir. İfade edilmek, dilin tabiatı icabı iletilebilir olmaktır. Algı ile idrak arasındaki çarpışmanın bir ürünü olarak imge, dolayısıyla ifadeye ("idrak" ve "yaratıcı dimağ"a) direnen bir sınırdır. Bu yüzdendir ki genel olarak bir imgenin nasıl anlaşılacağına dair bir yöntem ya da bir algoritmadan bahsedemiyoruz. Ya da bu tür bir algoritma geliştirmeye çalışanları çabucak küçümseyebiliyoruz. İmgenin ifade etmek istediği biricikliğe ya geciktiğini yahut erken geldiğini ileri sürmek böylelikle mümkün oluyor. İmgenin mekaniği olarak adlandırılabilecek bir tür genel geçer kullanım bilgisinin (geleneksel phronesisten modern know-howa kadar her türlü gündelik bilgi ve beceriyi kapsayıp kuşatan bir bilgi türü) ortaya konamamasının en önemli sebebi, bu tür bir bilginin kendi kendini geçersizleştiren pornografik bir işlevi deruhte edecek olmasıdır. İmgeleri kullanmaya çalışmak, imgeleri kullanışsız kılmaya yarar, buna varır. En genel deyişle biricikliğin ifadesi olarak imgelerin istimali, biricikliğin suistimalidir.

Şimdi de konuyla ilgili bu genel yargılarımızı biraz ayrıntılandırarak kasdettiğimiz şeyi biraz daha açıp inceltelim. İmgenin temeli olarak ileri sürülen biricikliğin, "imge kurma" deyiminde de açıkça görüldüğü üzere bir "kurma" edimiyle öznenin egemenliğine terk edilişi, hatta böylelikle imgenin sınırlarının belirlenip bir tür "imge metafiziğine" ulaşabilme kaygısı, imge (yani belli bir "kurma") yoluyla biricikliğin önerilmiş olması, bu biriciklik önerilmiş olduğu için onu biricik kabul eden öznenin egemenliğine girmiş olduğunu gösterir. Teolojik mecrada bazılarına, imgecilik eleştirilerimizin "şirk"e karşı oluşumuzdan kaynaklandığını düşündüren nokta da aslında budur. Yani imgenin dayandığı iddia edilen biricikliğin, aslında imgenin kurduğu/ürettiği sahte temel, yanılsamalı/sanrılı bir gerçek olmaktan öteye geçemediğini açıkça ifade etmemizdir. Ama biz ısrarlıyız: İmge biricikliğin ifade edilme şeklinden çok biricikliğin inşa edilme şeklidir. Biricikliğe ilişkin bu "öneri", yani "imge" kendiliğinden "biricik" olduğu varsayılan deneyimin biricik olma niteliklerini kaybetmesi anlamına gelir. Açıkçası beşerî hayatta "biricik" addedeceğiniz hiçbir deneyime rastlayamazsınız. Dahası biricikliğin ifadesi olarak imge tasavvuru, ifade olarak imge ortaya konduğu andan itibaren biricikliğin güme gittiği bir tasavvurdur.

Eliot'ın olgun bir şairi belirlemede kullandığı kriteri hatırlayalım: "Bir şair ne kadar yetkinse, acı çeken insan ile yaratıcı dimağ arasındaki sınır o kadar kesindir." En kısa deyişle biriciklik yetkin bir şiirde temalaştırılamaz, temalaştırılmaya gerek duymaz. Biricikliğe dair bir imge teorisinin var olma ihtimali de hiç yoktur. Biricikliğe "sahip" olunmaz, biricikliğe "ait" olunur. Yaşanan ile yazılan arasındaki mesafe feshedilemez demenin başka bir şeklidir bu.

Ayakları yere basan, beşerî deneyimlerin biricikliğine isnat edilerek savunulan realist imgecilikler karşısında sürrealist imgecilikleri sütten çıkmış ak kaşık saymamızı gerektirecek kadar sahte, dürüstlükten uzak bir tutumdur imgeye biricikliğin vekilharçlığını öngören tutum. Hiç olmazsa sürrealist şiirler, kendi biricikliklerinin sanrılı/düşlemsel/yanılsamalı/öznel yanları olduğunu hemence kabul etmeye hazırdırlar. Onlar "düşlemsel" deneyimlerinin biricikliği gibi bir yanılsamaya kapılmazlar. Hatta başkalarının bu tür bir sanrısal düşleme niçin kapılmadıklarını bile hayretle sorabilirler. Bu yüzden onlar için fazla çene yormanıza gerek kalmaz!

İmge eleştirilerimizi (ki esasen imgecilik eleştirileridir), imgeyi Tanrı katına çıkararak gizli bir şirk içine düşen anlayışlara karşı "ince bir strateji geliştirme" olarak algılayan bazılarının anlamakta güçlük çektiği şey, bizim ne ikonofillerle ne de ikonaklastlarla hiçbir alışverişimizin olmadığıdır. İkonofili ile ikonaklasizm arasındaki tartışma bağlamı, bizim bağlamımız değildir. Bugün imgeyi şiirden ve poetik düşünceden nefyetmemizin tek sebebi beşeri deneyime atfedilecek herhangi bir biricikliğin var olma tarzının, modern Türk şiirinin oluşumu ("Türk modern şiirinin", yani modern şiirin önce olup buna Türklüğün sonradan eklenmesinin, hemen her şeyde olduğu gibi, "modern şiirin" Türkleştirilmesinin değil; modernlik, Türklük ve şiirin modernleşme sürecinde birlikte, eşzamanlı olarak birbirlerine karılıp, karışıp ortaya çıkması) sürecinde vekilharçlığa ihtiyaç duymayan bir gelişimi özünde barındırdığı gerçeğidir. Bu "avare biricikliğin" bir işe ve işleve koşulma çabalarının, onun imkanlarını tüketmekle eşanlamlı olduğu hususu da daha fazla izaha gerek duymaz. Biricikliğin imkanlarının tükenmesi de bence dert değil, yeter ki "onursuz olmasın aşk!"

Pekâlâ biriciklik varsayımına, imge kurmaya dayanmadan da daha iyi ve daha etkili bir şiir yazılabileceğini söylüyoruz. Şiirin sahiciliği gözetmesi gerektiği hususunu elbette önemsiyoruz. Ve yine elbette, bunu belli bir "otantisite jargonu"nu sahiplenmeden yaparak sahiciliğimize gölge düşürmemiş olmak istiyoruz. Hatta şiirin hem yetkinliğinin hem de sorumluluğunun gerçekte buna dayandığını öne sürüyoruz. Böylesi bir şiirin modern Türk şiirinin gelişim aşamaları içinde görüldüğünü, günümüz şiirindeki tıkanmanın ise ısrarla birilerinin biriciklik takıntısından kaynaklandığını iddia ediyoruz.

Fazla söze ne hacet: Lirik safsatalardan imgeci salatalara, "somut soyutlamalar"dan "görsel iş"lere, "lirik" duyarlıklarla yazılan ağlak şiirimsilerden mükemmelciliğe bel bağlayan şiirlere kadar günümüz şiir piyasasında karşılaştığımız ve günümüz şiir piyasasınca kabule şayan bulunan bizce kötü birçok örnek, temel iddialarımızın haklılığını ortaya koymaya yetiyor. (2007)