Eleştiriye inanmak- Türkiye'de sosyal bilimlerin eleştiriye ihtiyacı var


Doktora tez araştırmam için meslek sosyolojisi literatürünü incelerken fark ettim: İngilizce yayınlarda meslek kavramına dair teorik tartışmalar kümülatif bir şekilde ve takriben 20-30 yıllık döngüler içinde yeniden canlanıyor. Mesleği sosyolojik açıdan nasıl tanımlamak gerektiğine dair ilk yaklaşımlar 1930’larda ortaya konmuş, ilk yaklaşımların verimleri 1950’lerde ilerletilmiş, 1980’ler boyunca mevcut birikimin çok yönlü bir muhasebesi yapılmış. Nihayet 2010’larda yayımlanan makaleler, yüz yıllık süreci baştan sona değerlendiriyor, tasnif ediyor ve şekillendiriyor. Öyle ki güncel bir makalenin kaynakçasından geriye doğru adım adım giderek 1930’lardaki ilk yayınlara ulaşmak mümkün. 

Buna gelenek diyoruz. Meslek olgusunun sosyolojik teorisine dair böyle bir geleneğin olması kendi içinde çelişkisiz ve çatışmasız bir bütünlük anlamına gelmiyor. Farklı meşreplerden sosyologların bu gelenek içinde zaman zaman acımasız denecek kadar sert eleştirilerini aradan yirmi, hatta kırk yıl geçse de birbirlerine yönelttiklerini gördüm. Önemli olan şahıslar değil, dönemden döneme çeşitlenen ihtilaf ve itirazlar sayesinde teorik olgunlaşmanın diri kalmasıydı. 

Benzer bir eleştirel geleneğe Türkiye’de sosyal bilimlerin herhangi bir dalında bilmiyorum rastlamak ne kadar mümkün? Açıkçası buraya kadar yazdıklarımın Batı hayranlığı olarak geçiştirilmesi ihtimalinin farkında olsam da kendimi böyle bir yaftalamaya karşı savunmaktan daha önemli bir hususa dikkat çekmek istiyorum. Türkiye’de sosyal bilimlerde neden hem bu kadar canlı hem bu kadar kümülatif bir eleştiri ve tartışma zinciri, silsilesi bulamayız? Bu sorunun gerçekliğini kabul etmek için her disiplinde Batılı meslektaşlarımızın ne yaptığını tekrar tekrar kolaçan etmemize gerek olduğunu da sanmıyorum. 

Aslında Türkiye’de sosyal bilimler, yaygın imajının aksine, güçlü fikirlere sahne olmuştur. Mesela modernleşmeyi tartışırken yolumuzun Kemal Karpat’tan geçmemesi ne kadar mümkündür (Sunar, 2018)? İlginç olan galiba, kendine dair her dönem müthiş bir arayış içindeki bir ülkede üretilen düşüncenin voltajı bir şekilde yüksek kalırken, bu enerjinin birikimli bir gerilim hattına dönüşmemesi, elektrik akımının farklı dönemleri birbirine bağlamamasıdır. Her dönem önceki dönemin verimlerine dair eleştirel muhasebelerin yeniden yapılmaması tuhaftır. 

Türkiye’de sosyal bilimlerde en çok yapılan ama aynı zamanda en çok yapılmayan şey sanırım literatür taraması. Her doktora tezinde, her TÜBİTAK projesinde Literatür Taraması diye bir kısım vardır ama bunların kahir ekseriyeti önceki yaklaşımları geriye dönük kurmaya ve eleştirmeye yanaşmaz. Birikim oysa hep bugünden geriye kurulması gereken bir şey değil midir? Hep söylenir: duvara bir tuğla koymak. Oysa duvarın bütününü yeniden var eden konulan son tuğladır. Eleştiri, artzamanlı biçimde geleneği yaratır. 

Eleştiri geleneğimizin olmadığını, eşzamanlı bağlamda ise kitap değerlendirme yazılarında görüyoruz. Kitabın ana fikri, kapsamı, yöntemi, bulguları vesairenin gereksiz bir özetinden sonra birkaç maddi hatanın tespiti, belki birkaç tashih, şartlara göre ideolojik bir hücum veya ihtiyatlı ama olmasa da olur bir eksikliğin tespiti. Hakemli dergilerde yayımlanan kitap değerlendirmelerinin ekseriyeti bu yapıdadır. Buradan da bir diyalog, bir muhavere çıkmaz. 

Elbette bu dediklerimin bir dizi nedeni var ve konu üniversite olunca bu tartışmanın kategorik bir “akademisyen eleştirisi”ne saplanma ihtimali de yok değil. Üniversitelerin, idari süreçlerinde üniversite dışı nüfuz ve çıkarlara fazlasıyla açık olduğu; amacı ve erdemi kendisi olan bir eleştirel geleneğe katkıda bulunmak için gereken kültürel sermayeye ve özerkliğe akademisyenlerin önemli bir kısmının yabancı olduğu elbette söylenebilir. Gerçekten de siyasi tarafgirlik kadar tembellikle iş bilmezliğin iç içe geliştiği bir habitus yetmezliğinin, eleştirel geleneklerin oluşumuna engel olduğunu görmek gerekir.  

Bugün Türkiye’de 184 bin akademisyen; resmî ifadeyle öğretim elemanı var. Yükseköğretime kayıtlı öğrenci sayısı ise 2022 itibarıyla 8 milyonu geçti. Soru şudur: Yöntemli bilginin, araştırmanın ve düşüncenin görece özerk ve ileri formlarda işlendiği ve geliştirildiği bir ortam olması gereken üniversitelerde eşzamanlı ve artzamanlı bir eleştirel canlılık neden bulamıyoruz? 

Bunu ilk defa ben sormuyorum. ODTÜ Tarih Bölümü öğretim üyesi Ferdan Ergut 2002 tarihli bir yazısında Türkiye’de sosyal bilimlerde yazılı bir tartışma ortamı olmadığını söylüyor (Ergut, 2002). Bunun nedenleri olarak sosyal bilimcilerin kendi uzmanlık patikasında bir başına ilerlemesine ve gündemlerini geniş kitlelerden kopuk bir şekilde belirlemelerine işaret ediyor. Ergut ayrıca kabilecilik ve patronaj ilişkilerinin baskın olduğunu dile getiriyor. İronik olansa Ergut’un akademik yayın geçmişine baktığımızda o yazıdan bu yana geçen yirmi yılda kendi uzmanlık patikasının dışına çıkmamış olması; ayrıca 2010’larda siyasi tarafgirliğini açıkça sergilediği birçok ifadesinin internet arşivlerinde bulunabilmesi. Yazının tespit ettiği tehlikeler kendini gerçekleştirmiş görünüyor. 

Akademisyenlerin kendi patikalarından çıkmamalarını veya tersine siyasi kariyer adına patikalarının asgari kalitesini dahi terk etmelerini aynı kök nedenin tezahürleri olarak düşünmekten yanayım: Değersizlik hissi. Türkiye’de akademisyenler kendilerini değerli hisseden bir meslek grubu değil. Doktora tezini kimsenin okumadığından şikayetçidir ve emindir, makalesini öğrencilerine okutmayı başaramaz, öğrencilerin okuma alışkanlığının olmamasından yakınır, alanında yeni çıkan çalışmaları nasıl takip edeceğini merak etmez ve lüzum hissetmez, yazmaktan keyif almaz, matbuat dünyasını bilmez, medyada fazla görünür olan hızlı meslektaşlarının konuları sulandırdığı düşüncesine sığınır. Değer görmemek ve değer göstermemek bu denklemde aynı şeydir. Mesleki itminan temin edecek düzenlemeler yoktur. 

Kitabı hakkında yazılan bir değerlendirmeye “hocam çalışmamın açıklarını ifşa etmişsiniz” diyerek sitem etmenin olağan ve hemen herkeste içselleşmiş bir yatkınlık olduğu bir toplumsal dünyada değersizlik hissi birbirini okumamak ve yazmamakla mühürlenir. Kimse hiçbir şey hakkında yazmadıkça veya formalite icabı yazıyor gibi yaptıkça kimsenin değerinin ne olduğu da bilinmez. Sonuçta değersizlik hissi kendi kendini gerçekleştiren kehanet gibi, kimsenin kimseyi değerlendirmediği ve dolayısıyla herkesin değersizleştiği nesnel bir duruma tekabül etmeye başlar. Değer verip değer görmeye cesaret edenlere yönelik takdir mekanizmalarının neredeyse hiç olmadığı bir meslek dünyasında kolektif değersizlik kaçınılmaz bir anomidir. 

Kendini, disiplinini, yaptığı araştırmayı, yazdığı makaleyi yeterince değerli hissetmeyen birinden başka birinin eseri veya yaklaşımı hakkında yöntemli ve kurallı bir eleştirel değerlendirme sunmasını beklemek de beyhude. Eleştirinin bir, belki birinci koşulu çünkü inanmak; çürütmek için dahi olsa o eser üzerinden doğruya, zihinsel bir olgunluğa giden bir yol kurulabileceğine inanmazsanız eleştiri yazmazsınız. Eleştiri bu nedenle en başta ve en sonda ortak bir kavrayışın mümkün ve muhtemel olduğuna, düşüncenin ilerleyebileceğine, bunun da herkesin faydasına olacağına duyulan basit ama kurucu bir inanca dayanır. 

Türkiye’de yükseköğretime erişim son on yılda devasa bir hızda arttı, artıyor. Eleştiri ve düşüncenin yuvası olması beklenen üniversiteler hiç olmadığı kadar geniş halk kesimlerinden genç insanlara açılmış durumda. Bilginin ve düşüncenin müstakbel taşıyıcıları ve üreticileri olan bu yeni kuşaklar, mesleğine inanmayan çünkü kendisine inanmayan ve dolayısıyla meslektaşlarının geçmişte ve bugünde yazdıklarına kendi aynasını tutmaya inanmayan sosyal bilimcilerden fazlasını hak ediyor. Bunu birçok üniversitenin birçok bölümünde görebilirsiniz: 18-19 yaşında insanlar dersin izlencesinin titizliğinden konuya duyduğu heyecana kadar bir hocanın kendisine ve mesleğine olan inancını hemen fark ediyor, değerini biçiyorlar. 

Şahsen genç insanların bireyselleşmesini ve aldıkları eğitime araçsal yaklaşmasını mazur görebilirim. Bilgi ve düşüncenin yetkili ve maaşlı üreticilerinin, yazının kamusal faydasına ve özerk eleştirel birikimlerin erdemine inançsızlıklarının ise bahanesi olamaz.

 

KAYNAKLAR

Sunar, L. (2018). Kemal Karpat neden göz ardı edildi? Modernleşmeye dair farklı bir bakış, Tezkire (64), ss. 31-56.