Kültür: Olumsal mı zorunlu mu?


Hakikate duyduğumuz iman cemaate yönelik bağlılık ve muhabbetimizle, insanlardan iyilik beklememizle el ele yürür. Şüpheciler insanın insan için zorunluğu olmadığını, insanlar arasındaki dayanışma eğiliminin sadece sosyalleşmenin bir sonucu, yani öğretilmiş bir şey olduğunu düşünür.[1] Onlara göre insan özü itibariyle bencildir ve tek amacı libidosunu doyurmaktır. Bu yolda insanlar arası ilişki zorunlu olmaktan çok olumsaldır, doğa itibariyle değil şartlara bağlı olarak ortaya çıkar; yani ahlak bir kurgudur, insanın mutluluğunu sağlayan şey ahlak veya hakikat değil, bencilliğini yatıştırma fırsatlarını ele geçirmesidir. Öz itibariyle ahlak, maneviyat, hakikat gibi kurgular ancak insan doğasını tımar altına alabilmek için uydurulmuş kategorilerden ibarettir.

Ahlaki şüphecilerin karşı tribününde tarihselciler oturuyor. Tarihselcilere göre sosyal ve tarihî bağlam her şeyi belirler ve bunun altında insan doğası veya insanın özü gibi şeyler yoktur. Tarihten önce veya sosyalleşmenin dışında insandan söz edemeyiz. Dolayısıyla da ahlak, maneviyat ve hakikat gibi kavramlar ancak zaman ve mekana göre anlam kazanabilir ve kişinin iyiliği veya başarısı ancak tarihî şartların gerektirdiği biçimi kazandığı oranda mümkündür.

Richard Rorty’nin özetlediğimiz ikili kategorizasyonu basit ama gerçeğe bir şekilde temas ediyor ve oldukça açıklayıcı. Hakikaten de iyilik, doğruluk, kesinlik gibi büyük meselelerde insan zihni ya zorunluluk ya da olumsallık fikirlerinden birine yöneliyor. Ya her şey bomboştur veya her şey anlamlıdır. Ya hiçbir şeyin ötekiyle zorunlu bir anlam bağıntısı yoktur veya her şey anlamını diğer şeylerle kurduğu ilişkiden alır. İnsan ya salt bireydir ve kendi kendine var olur ya da birey insan sıfatını ancak tarihî ve sosyal bağlam içinde kazanabilir.

Buradaki felsefi veya ahlaki meseleyi sonuna kadar işleyecek değilim. Bu yazıda sadece edebiyatın daha önce söz ettiğim kayıp anakarasının yeniden nasıl bulunabileceğine veya inşa edilebileceğine dair bazı işaretler yakalamayı hedefliyorum. Olumsallık ve zorunluluğu da edebiyat dünyası açısından ele almakla yetineceğim.

Olumsal, contingent’ın çevirisi. Contingent, başka bir şeyin etkisi altında olan veya başka bir şeyin gerçekleşmesine bağımlı olan demek. En temel, en sığ çerçeveden yani ekonomiden başlarsak; mesela enflasyon zorunlu değil olumsaldır, yani bir ülkede hiç enflasyon olmazken, ortalama mal ve hizmet fiyatları artmazken başka bir ülkede yüksek enflasyon olabilir. Daha özele girersek; Türkiye’de mesela benzin fiyatı kendine mahsus bir zorunlulukla artıp azalmaz. Çünkü dolara endekslidir. Dünya piyasalarında petrolün fiyatı dolar bazında düşerken dahi Türk lirası dolar karşısında değer kaybettiği için benzin fiyatı yükselebilir. Ki birçok kere yaşadık bunu.

Somuttan soyuta doğru ilerlersek; sosyal ilişkilerin zorunlu mu olumsal mı olduğunu sorabiliriz. Klasik sosyoloji toplumun zorunlu mu iradi mi olduğunu sorgulamış; nihayetinde soruya bir çözüm bulmaktan ziyade soruyu değiştirmeyi daha uygun bulmuş. Bu da toplumun zorunlu olup olmadığını sormak yerine nasıl işlediğini tartışmaktır ki sosyoloji bilimi aşağı yukarı bu ikinci soru etrafında gelişmiştir. Sosyolojinin muhtevası bir kütle olarak toplumdan ziyade sosyal fenomenlerin gerisindeki kurallar ve kanunlardır. Başka deyişle, iktisat gibi sosyoloji de olumsallık belasından kurtulup muhtevasının karakteristiğini belirleyen zorunlulukları tespit etmeye çalışır.

Sosyal bir örnek vermek gerekirse efendi-köle ilişkisi efendi ve köleyi aynı anda gerektirdiği ölçüde ikisi açısından da zorunludur. Efendi olmadan köleden, köle olmadan efendiden söz etmek mümkün olmaz. Fakat mal sahibi-kiracı ilişkisi zorunlu değildir. Büyükşehirlerde sık rastlandığı gibi, bir insan hem mal sahibi hem kiracı olabilir. Esas olarak bir mekan için birine her ay düzenli olarak para ödemeniz onunla ilişkinizi zorunlu olarak belirlemez. Mal sahibiyle kiracı olarak ilişkiniz zamana, mekana, aranızdaki yazılı veya sözlü kontrata bağımlıdır.

Nesneler arası ilişkiden (bir malın fiyatından) özneler arası ilişkiye (efendi-köle, mal sahibi-kiracı ilişkisine) geldiğimize göre; bir adım daha atıp kültürün, özelde sanatın, daha özelde edebiyatın zorunlu mu olumsal mı olduğunu yahut da hangi açılardan zorunluluk hangi açılardan olumsallık içerdiğini sorabiliriz. Lafı çok uzatmak istemiyorum; kestirmeden gideceğim. Kültür esasen bir fark kavramıdır, bir eşik kavramdır. Bunu biraz açmalıyım yine de.

Her toplumda, her ulusta, her sosyal grupta kültür var dersek buna kimse itiraz etmez. Ne var ki iş o toplum, ulus veya grubun kültürünün karakteristiğini belirlemeye gelince yaptığımız şey her zaman diğer toplum, ulus veya grupların kültürüyle eldeki kültürü kıyas etmektir. Doğu-Batı, kır-kent, geleneksel-modern, merkez-taşra vb. ayrımlar kültür kavramına mündemiçtir. Bireyler hakkında konuşurken dahi kültürü ya ona karşı veya ondan farklı bir kültür veya kültürel durumla kıyas ederek kullanıyoruz. Bazı insanların kültürlü olduğunu söylüyoruz; bu başkalarının kültürsüz olduğu anlamına geliyor çünkü.

Bir kıyas ve mesafe kavramı olan kültür, peki, zorunlu mudur yoksa olumsal mıdır? Oldukça çetin bir soru. Disiplinlerin yaklaşımları farklı olabiliyor burada. Antropoloji için kültür zorunludur, diye bir genelleme yapmak abartı olmaz. Çünkü antropoloji en azından II. Dünya Savaşı sonrasına kadar “ilkel,” “tarihsiz” vb. sıfatlarla tanımladığı toplumların kültürünü incelemeye kendini adamıştı. Daha sonra sömürgeler bağımsızlıklarına en azından şeklen kavuştular ve antropoloji ciddi bir sarsıntı geçirdi. Mesela Lévi-Strauss 50’lerde, “ilkel” denilen grupların sanıldığının aksine dil ve düşüncede kendilerine üstün kabul edilen modern Batılı toplumlar kadar karmaşık olabildiğini alaycı fakat kesinbir dille gösterdi.[2] Kültür kavramının önemli bir kalesini yıkıp yerle bir etti. İlkel-gelişmiş, basit-karmaşık, geri-ileri, üst-alt, üstün-aşağı gibi belli ölçüde ahlaki ölçüleri kullanamayacaksak kültürün kuralını nasıl belirleyeceğiz? Kültürleri birbirlerinden salt biçimsel olarak mı ayıracağız? Kültürün olumsallığını kesin olarak kabul mü edeceğiz?

Edebiyata dönüp baktığımızda karşımıza konuyla ilgili iki kavram çıkıyor: klasik ve kanon. Her ikisi de Antik Yunan-Roma ile Batı Avrupa kültürleri arasında devamlılık olduğu varsayımı üzerine kurulu kavramlar. Rönesans çalışmaları bize Ortaçağ’dan (gerilikten) kopuş, Antikiteye bağlanış ve modernin doğuşu (ilerleme) fikrinin bir mit olduğunu düşündürüyor. Rönesans denilen erken modern dönem Avrupa edebiyatları sanıldığından daha fazla Ortaçağ etkisi taşıyordu. Bir yandan Antik Yunan’ın özgünlüğü fikri tahribe uğramışken[3] diğer yandan Rönesans’ın Avrupa’nın kökenlerine dönüşünden ziyade zamana yaygın ve çoğul bir kültürel alışveriş seti olduğu[4] ve sadece Avrupa’ya özgü olmayıp İslam, Çin ve Hint dünyalarının da rönesansları olduğu[5] gibi fikirler tebarüz etmiş durumda. Böyle bir ortamda klasik ve kanon kavramlarının 19 ve 20. yüzyılların filolojik önyargıları sayesinde ayakta durabilmesi ne kadar mümkün?

Her iki kavram tarihi kat eden bir zorunluluğu ima ediyor. Klasikler ve klasiklerden oluşan kanon en nihayetinde belli bir edebiyatın (Batı edebiyatı, Avrupa edebiyatı, Fransız edebiyatı, modern Fransız edebiyatı, modern Fransız kadın edebiyatı, modern Fransız genç kadın edebiyatı ilh.) kesin bir özü olduğunu, bunun da o edebiyatı yapan, o edebiyata konu olan kişiler ya da kolektivitenin (bakış açısına göre değişir) karakteristiğinden yansıdığı fikrini akla getiriyor.

Postmodern dönemde bu fikrin giderek aşındığını söyleyebiliriz. Özellikle son on yılın edebiyat araştırmaları tarihi kat eden zorunlulukları bulmaya çalışmak yerine olumsallık ve geçicilik üzerinde duruyor. Bu yöndeki araştırmalar hem yazma eyleminin kendisinde ve yazarın sosyal statüsünde hem edebi metnin akışında hem de okuyucunun tutumunda olumsallıkları tespit ediyor.[6] Böylece ulusal edebiyatlar hakkında çok büyük genellemeler yapmak gittikçe zorlaşıyor. Eski tarz dört başı mamur edebiyat tarihlerinin yazılamaması da bunu işaret eden gelişmelerden biri.

Soru şudur: Ben şu şu şu özeliklere sahip bir şair olarak şu tarz şiir yazmaya yazgılı mıydım, yoksa o günün şartları çerçevesinde ihtimaller arasında yaptığım tercihler mi beni bu tarz şiir yazmaya itti? Cevabın ikisi de olmadığını, ikisi arasında bir yerde olduğunu söyleyebilirim, şahsi deneyimime bakarak. Dünyaya Türkiye’de geldiğim için Türkçe yazıyorum, buna olumsal diyemeyiz; bu bir zorunluluk. Ama zayıf ihtimaller olsa da Terekemece veya İngilizce yazmayı da seçebilirdim. Ki Terekemece bir, İngilizce birkaç şiir yazdım aslında.

Tür olarak edebiyatı, özellikle şiiri seçmem için de benzeri şeyler söyleyebilirim. Şiire başladığımda bile sinemaya ilgim daha yüksekti aslında. Fakat sosyal çevre ve ahlaki değerlerim beni şiire kolaylıkla sevk etti. Yani bir tercih yaptım ama bu tercih sosyal yapının benim üzerimdeki kolektif etkisinin bir yansımasıydı aynı zamanda. Ki edebiyata yöneldiğimde dahi şiirden önce roman ve tiyatro müsveddeleri yazdım. Bazen bir ihtimali elemek için onu denemek, kıyafet dener gibi adeta, sende nasıl durduğuna bakmak gerekiyor.

Buradan tüm edebiyata, dahası kültüre dönüp bakarsak yer yer zorunluluk zannettiğimiz kültürel etkiler de aslında bizden önceki nesillerin inşa ettiklerinden ibaret. Kültürler bu kadar çok çeşitli ve değişmeye yatkınken evrimci antropolojinin ilkel-gelişmiş ayrımını ve ilerleme fikrini kabul etmek mümkün değil. Kültürler birbirlerinden katı sınırlarla ayrılamaz bile zaten. Arada geçilmez sınırlardan çok eşikler vardır. Dahası kültür kavramı eşik kavramdır; yani bir tözü veya temel karakteristiği yoktur ama tözler ve karakterler arasında geçiş olma özelliği vardır. Kültür hem insan grupları, biçimler, simgeler, anlamlar arasında bir trafik demektir; hem de ekonomi ve politika alanları arasındaki geçişleri temsil etme kabiliyetine sahiptir.[7]

Geçiş ve geçicilik, yer ve zamana ilişkin olmak kültüre aittir diyebiliriz. Yine de geçişlerin tamamının rasgele, şans eseri ve kazara olmadığını söylemek mümkün. Her zaman her yerde geçerli bir geçiş kuralı yok; yinelemek gerekirse kültürün zorunlu bir açıklaması, bir tözü yok, ama geçişin iki (en az iki) tarafı arasında bir ilişki ve bir tür denklem var. Yoksulların evlerinde eskiden el dokuması halılar, kilimler olurdu; zenginler fabrika işini tercih ederdi. Bugün dokuma halı zenginlerin, fabrika halısı yoksulların tercihi. Zenginlerin ya da yoksulların bu tercihini fiyatların belirlediğini söyleyebilirsiniz; ama fiyatları da tercihlerin belirlediği çok açık. Yumurta tavuktan, tavuk da yumurtadan çıkıyor.

Kaynaklar

Bernal, K. (2016). Kara Atena: Eski Yunan uydurmacası nasıl imal edildi, 1785-1985 (Ö. Buze, Çev.). Kaynak.

Burke, P. (2016). Avrupa’da Rönesans: Merkezler ve çeperler (U. Abacı, Çev). Islık.

Goody, J. (2012). Tarih hırsızlığı (G. Ç. Güven, Çev). Türkiye İş Bankası Kültür.

Goody, J. (2015). Rönesanslar (B. Tırnakcı, Çev). Türkiye İş Bankası Kültür.

Hobson, J. M. (2007). Batı medeniyetinin doğulu kökenleri (E. Ermert, Çev.). Yapı Kredi.

Hodgson, M. G. S. (2018). Dünya tarihini yeniden düşünmek (A. Kanlıdere, A. Aydoğan, Çev.). Vadi.

Karlığa, B. (2004). İslam düşüncesinin Batı düşüncesine etkisi. Litera.

Lévi-Strauss, C. (1994). Yaban düşünce (T. Yücel, Çev.). Yapı Kredi.

Lupton, C. (2018). Reading and the making of time in the eighteenth century. Johns Hopkins University.

Rorty, R. (1989). Contingency, irony, and solidarity. Cambridge University Press [Türkçesi: Rorty, R. (1995). Olumsallık, ironi ve dayanışma (A. Türker, M. Küçük, Çev.). Ayrıntı.]

Notlar

[1] Rorty, 1989, s. xiii.

[2] Lévi-Strauss, 1994.

[3] Özellikle Bernal, 2016 ve Hobson, 2007 Antik Yunan’ın, dolayısıyla Batı medeniyetinin özgünlüğü iddiasını yerle bir eden zihin açıcı veriler sunuyor. Karlığa’nın (2004) ayrıntılı felsefe araştırması da İslam düşünürlerinin Avrupa’ya doğrudan etkisi üzerine bir fikir veriyor. Meselenin tarihyazım açısından görünümü için bk. Goody, 2012 ve Hodgson, 2018.

[4] Burke, 2016.

[5] Goody, 2015.

[6] 18. yüzyıl İngiltere’sinde okuyucuların zaman algısının nasıl şekillendiğine ait bir çalışma için bk. Lupton, 2018.

[7] Bu konudaki daha geniş açıklamalarım için bk. Arslanbenzer, H. (2024). Politika için kültür: Kültürün araçsallaştırılması ve British Council. Kutadgu.

Kapak: Kore, 1950. İzzet Keribar

Etiketler
Hakan Arslanbenzer kültür eşik kavram doğa-kültür zıtlığı zorunluluk olumsallık contingency tarihselcilik şüphecilik Richard Rorty Claude Lévi-Strauss