Edebiyatın kayıp anakarası


Kadın romancı okuma ödevinde –kendime 1993’te falan vermiş olmalıyım bu ödevi- Perihan Mağden’den Şebnem İşigüzel’e geçemediğimle kalmışım. İlk okuduğum kadın yazar kimdi hatırlamıyorum ama Emily Brontë’nin Uğultulu Tepeler’inin beni sarstığını hatırlıyorum. Cihan Aktaş’ı Virginia Woolf’tan önce, Adalet Ağaoğlu’nu Jane Austen’dan sonra okuduğumdan eminim; ama okuduğum ilk kadın yazar Türk müydü İngiliz miydi, onu hiç hatırlayamıyorum.

Nerden çıktı bu “kadın romancı okuma ödevi?” Ondan pek emin değilim. Kişisel tarafı da var mutlaka, ama 80’lerin ruh halinin ve çevremin etkisi daha belirgin sanki. Yani, feminizm dalgaları beni de daha ergenliğimden itibaren sarmış görünüyor. Neredeyse aynı kitapları okuyan okuyucu adacıkları arasında yüzergezer bir okuyucuydum ben. Başladığım hiçbir ödevi de bitirmemişimdir. Tembellikten asla değil. Aidiyetsizlikten. Birçok akranımın aksine benim edebi kimliğim hiçbir zaman belli bir standarda bağlı olmadı. Hâlâ daldan dala konmaya, şiirle sosyoloji yahut daha geniş anlamda sanatla bilim arasında mekik dokumaya devam ediyorum. Mekik bazen zikzak da çizebiliyor.

Mesela II. Dünya Savaşı sonrasının yerli ve uluslararası İslamcı yazarlarını okuma ödevinde nerede, hangi yazarın hangi kitabında takıldım? İlk kitaplığımı dağıttığımı ve bu kitaplıkta 700-800 kadar kitap olduğunu hatırlıyorum. Bunların beşte üçü, belki daha bile fazlası söz ettiğim tarzda yazarların kitaplarıydı. Ali Bulaç ve Hüseyin Hatemi’yi protesto ederek bıraktığımı hatırlıyorum. Hatta Bulaç’ın kitaplarını “İstifade edemedim, sizde kalsın,” gibi bir notla ona postalamayı bile düşünmüştüm. Saygısızlık olarak telakki edileceğinden endişe ettiğim için vazgeçtim.

Ali Bulaç okuduğunuzda on binlerce okuyucudan oluşan bir adacığın meskunu oluyorsunuz. Yazarlar, konular ve bazı kitaplar böyle bir sosyalleşmenin araçları olabiliyor. Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ını tam da böyle bir adacığın parçası, sadece birkaç bin kişiden oluşan bir grubun mensubu olabilmek için okumak istiyordum ama kitap o kadar kalın ve o kadar pahalıydı ki birkaç yıllık gecikmeyle başlayabilmiştim. Hiçbir zaman da bitiremedim. Kahkaha atmaktan okuyamadım desem yeridir. Kitabın siyasi motivasyonu mizahının gerisine düşmüştür bence. O yüzden de tadında bırakıp hiçbir şey olmamış gibi diğer Atay kitaplarına göz attım. Tehlikeli Oyunlar’ı bence en iyisidir ama bu fikri paylaşan başkaları olup olmadığını bilmiyorum. Bir keresinde şair Mehmet Ali Akyurt benzeri bir şey söylemişti sanki. Eğer bu fikirde olan daha başkaları da varsa, kendi aramızda (bir adacığımız değilse bile) bir kulübümüz var demektir.

Bahsini ettiğim adacıksa yıllar içinde o kadar büyüdü ki edebiyatın anakarası Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı okuyanlarca oluşturulmuştur –en azından belli bir süre- desek abartmış olmayız. Ne Kemal Tahir ne Orhan Pamuk ne de Adalet Ağaoğlu yahut 1990’ların başında fırtınalar estirerek edebiyatın anakarasına bayrak diken Alev Alatlı bu kadar geniş bir çevre toplayabildi. Yine de Atay’ın üslup ve yaklaşımının, sanat ve düşüncesinin edebiyatın anakarası olmaya müsait olmadığı hemen görülebilir. Bir gün belki en çok okunan yazarlardan birine dönüşecek olsa bile o okuma bir kült okumasıdır ve herkesin bildiği bir sırra dönüşür en fazla. Edebiyatı omuzlarında taşıyamaz. Sabahattin Ali’nin ölümünden 70 yıl sonra başına geldiği gibi. 2047’de Oğuz Atay FSEK* hükümleri gereği herkesçe ulaşılabilir olduğunda muhtemelen bunun bir önemi de kalmayacak.

Tek tek isimleri bir tarafa bırakıp Türkçe çapında düşünecek olursak; milyonlarca kişiden oluşan bir okuma evreni var ama edebiyatın anakarası dediğimizde popülerin alanını önemli oranda terk etmiş oluyoruz. Bu eskiden katı surette böyleydi. Bir tarafta Feridun Fazıl Tülbentçi okuyan kitleler; karşısında Kemal Tahir’in Devlet Ana’sını devridaim eden okuyucu topluluğu. Bir yanda Orhan Veli, Cahit Sıtkı, Özdemir Asaf okuyan daha geniş ve rasgele bir grup; tam karşılarında İkinci Yeni merkezli okuyan bir modern şiir okuyucusu grubu. En geniş çerçevede ise şiir, kitaptan okunan bir şey değildi. Söylenirdi, dinlenirdi, ezberlenip tekrar edilirdi. Milli Eğitim’in öğretim metodu nedeniyle, hiç bilmediğiniz bir şairin belli bir şiiri ezberinizde veya defterinizde olabilirdi. Bunu kullanırdınız da. Bugün gençler tüm şiirlerden daha çok mısra beyit kullanıyor. Onun da kaynağı okul kitabı, kulaktan dolma, defterden kopyalama değil; bunların muadili denebilecek web siteleri ve sosyal medya.

Ne ki, popüler okuma tutarsızdır, süreksizdir ve iç iletişimi zayıftır. Edebiyatın anakarasını besleyen iletişim arterlerini oluşturacak entelektüel güçten mahrumdur. O anlamda edebiyatın anakarası size diğer okuyucularla ortak bir zevk standardı kazandırmakla kalmaz; aynı zamanda size kendinizi ifade edebileceğiniz bir entelektüel cihaz da kazandırır. Bunu sağlayan şey temelde yeni fikirler, hayaller ve ifade tarzları içeren cümledir. Bu tarz cümle, popüler katında nadiren ortaya çıkar. Zira popüler okuma tarzı yeniliği yadırgar; bir yanlışlık eseri buna girişse bile, söz ettiğimiz entelektüel güçsüzlükten dolayı, okuyucusuna benimsetmeyi başaramaz. Yeni cümle yeni yargı demektir. Yeni çözümlemeler, yeni istekler ya da yeni inkarlar edebiyatın anakarasını besleyen asıl unsurlardır. Yeni cümle, yeni insanın ilk belirtisidir aslında.

Bu, elbette bütün yenilikler edebiyatın anakarası dediğimiz güçlü okuyucu çemberi tarafından benimsenir anlamına gelmiyor. Walt Whitman, Çimen Yaprakları’nın ilk edisyonunu sadece beş adet satabilmişti. Stendhal’in Kızıl ile Kara’sının ilk baskısını sadece on yedi cesur kişi okudu. Tutunamayanlar’ın birinci ve ikinci baskısı arasında on yıldan fazla zaman var. Geceleyin Bir Koşu’nun baskıları arasında ise aşağı yukarı otuz yıl.** Fakat ne olursa olsun yeni geleni karşılayacak birileri edebiyatın anakarasında mevcuttur. Yepyeni bir şey yazılmışsa, mutlaka okunacak demektir. Onu daha sonra milyonlara mal edecek şeyin tohumu bu yazar-okuyucu bağındadır.

Cümle yeni insanın ilk belirtisi dedik. Yazarla okuyucu arasındaki bağ ise bu cümlenin denenmesini sağlar. Yazar-okuyucu bağı, demokratik ve hatta çoksesli bir bağdır. Yazardan okuyucuya, yukarıdan aşağıya, tek yönlü ve tek fazlı işlemez. Bu tür tek yönlü iletim biçimi kült yazarlar ve kült kitaplar için dahi geçerli değildir. Yazar kült yazdığının idrakinde değildir; okuyucu onu belli bir nedenle kültleştirir. Buradaki temel amil metnin, özelde cümlenin anlamı değil; daha ziyade okuyucunun yazar ve edasıyla karşılaşma biçimidir. Yazardan okuyucuya geçen, cümleden ziyade jesttir. Bu jest tamamen yazara ait de değildir. Okuyucu yazardan kaptığı jesti, yazarla metnini kültleştirerek, yani bir nevi totem haline getirerek kendisi tamamlar. Cioran ya da Nuri Pakdil sizsinizdir artık; yazarın cümlesi ya da okuyucunun bu cümleyi yorumlama biçiminin fazla bir önemi kalmamıştır. Anlamaktan çok olmak, kültün yazar, metin ve okuyucuyu kaynaştırma formülüdür. Kült kitap esasen bir füzyon, bir kaynaşma momenti, bir erime potasıdır. Antropolojik anlamda bir totemdir; üyesi olduğunuz klanın totemi.

Demokratik hatta çoksesli (eski tabirle çoğulcu) yazar-okuyucu bağı ise hüküm, soru, haber veya ifadeyi, yani cümleyi gerektirir. Cümle bir yandan yazarın getirdiği yeniliğin görünüşünü verirken diğer yandan okuyucunun kendi geçmiş kapasitesini kullanarak aynı yeniliği sınamasını sağlar; aynı zamanda da yazar ve okuyucu kişiliklerinin füzyona girerek çözülmesine engel olur. Hem bir anlamı paylaşacaklar hem ayrı kalacaklar. Demokratik bağ, bu iki şart üzerine kurulu.

Bu, aslında politikaya dahi uygulanabilir. Siyasi toplumla (partiler ve devletle) sivil toplum (halk) arasındaki bağ, demokratik olabilmek için bir açıklayıcı hükmü gerektirir. Aynı zamanda hattın iki ucundaki şahsiyet yahut kimlikler korunmalıdır. Mesela devlet kanun koyar ama kanunun gerçek hayata uygun olup olmadığı halkın yaşayışında ortaya çıkar. Zorlama bir kanun ya zulüm olur veya kağıt üstünde kalır. Baka deyişle, sivil toplum siyasi toplumun her yeni durum karşısında getirdiği hükmü sınar ve onu geri besler. Akıllı siyaset veya aklî siyaset, halkın ihtiyacı gözetilerek yapılan yeniliklerden oluşur. Siyasetin anakarası bahsettiğimiz aklın siyasetle siviliteyi yani medeniyeti, gerçek hayatı kavuşturduğu yerdir. Mesela Millet Meclisi veya medyadır; yahut üniversite öğrencilerinin forumları veya her şeyin sonuna kadar endişe duyulmadan konuşulduğu küçük mahfiller kalabalığıdır.

Günlük hayatta yeni, muhtevalı, zekice bir cümle söylediğimizde muhatabımız hemen kulak kabartır ve sorar: “Bunu söyleyen sen misin? Yoksa kimin lafı bu?” Çünkü kendini o sözü söyleyene ve sözden anladığına göre bir yere konumlamaya çalışmaktadır o sırada. Sen söylüyorsan, seni tanıdığı ölçüde seni, sözü, kendini yeniden konumlandırır veya eski bir konumlandırmaya göre bu ifadeye karşılık verir. Söz diyelim ki senin ağzından çıktı; arkadaşın da sana çok fazla bel bağlamıyor veya senin önemli şeyler söyleyebileceğine inanmıyor. Sözün kudreti oranında seninle ilgili kanaatini değiştirebilir. Seninle ilgili kanaatine çok bağlıysa sözünü alaya alabilir ya da geçersiz kılmaya çalışır; hiç olmazsa aksini söyleyemez miyiz diye sorgulamaya geçer. Kısacası, sen o cümleyi sarf ettiğinde ortaya çıkan yenilik, muhteva ve zeka muhatabı tarafından sınanır.

Ayrıca muhatap belki sözün sahibinden daha fazla emek sarf eder. Safsatayla felsefenin yahut kulağa yapışan kötü mısra ile gerçek iyi mısraın farkı burada yatar. Safsata söyleyen, muhatabının algılarına oynar ve çoğu insanı kolaylıkla cezbeder. İnsanların çoğunun popülere odaklanmasının nedeni popülerin bir gayret gerektirmemesidir. Popüler, tıpkı safsata gibi (ki popülerin çoğu saçma, zırva ve safsatadan oluşur) müşterisinin huyunu bilerek kendini ortaya koyar. Kullanımlık bir şeydir popüler edebiyat; tefekküre, gerçek hayrete müsait bir şey değildir. Gerçek edebiyat yahut felsefe ise ya muhtevasına yahut ifade biçiminin matematiğine (ama aritmetik değil cebir biçiminde bir matematik) odaklandığı için nasıl algılanacağını pek fazla kestiremez. Zaten bununla meşgul olursa asıl işini yapamaz, yani yeni insanı haber verdiğini ileri sürdüğümüz o yenilik tohumu atan cümleyi kuramaz.

Bu cümleyi nerede aramalı? Başka deyişle, edebiyatın anakarasına ait bir metni nasıl tanıyacağım? Bunun hazır bir formülü olmadığını söylemek zorundayım. “Gençlere tavsiye” babından söylenen tüm kılavuz cümleler palavradır. İyi niyetle bile söyleseniz, zira, sizin edindiğiniz kültürle sınırlıdır ve yeni insan taslağı olan gençleri hiç ilgilendirmeyebilir. İsmet Özel bize tavsiye vermekten kaçınırken onu anlamazdım. Şimdi onun o zamanki yaşında açıkça görüyorum Özel’in endişesinin kaynağını. Şairin tavsiyeden kaçınması aslında düşüncesinin temelindeki biriciklik fikrine halel getirebilecek bir kolaycılıktan da kaçmak anlamına geliyormuş meğer.

Ben İsmet Özel gibi biri değilim. Biriciklik gibi bir kabul veya arayıştan yola çıkmıyorum. Kolektivizm benim için daha uygun bir yol. Yine de bu demek değil ki insanlar birbirlerini kopyalasın, gençler yaşlıların yerine geçsin, toplum kendini ilelebet tekrar etsin istiyorum. Göçmen oğlu göçmen olduğum için, her şey bir tarafa, zaten kendimi bile tekrar edemem. Benim tavsiyelerden, hazır formüllerden, dar kulvarlardan kaçınmamın nedeni bu taklit formlarında insani ilişkinin kaybolma eğilimine girmesi. Ben size bir kitap tavsiye ederim; bu sizin o kitapla kuracağınız orijinal ilişkiyi baştan zehirlemek olur. Çünkü Hakan abi tavsiye etti diye kitabı elinize aldığınızda yazarla demokratik ilişki kurma şansınızı elden çıkarmış oluyorsunuz. Yazarla ilişkiniz tavsiye edenin, üstadın, ağabeyin, giderek cemaat yahut partinin vesayeti altında gerçekleşiyor.

Bugün edebiyatın evvelki anakarasını kaybetmiş olmamızın temel nedeni bana kalırsa vesayetin elden çıkmasıdır. Ali Bulaç gibi yazarlar yok mu, bugün de var; ama belli bir merkez teşkil etmiyorlar. Zira İslam devrimine hazırlık yapan taşralı muhafazakar aile çocuklarından oluşan standart bir kitle yok artık. Taşralı muhafazakar aileler yok mu; tabii var. Bu ailelerin çocukları arasında İslam devrimi talep eden, bu yolda hazırlık yapanlar bitti mi; bitmedi. Fakat bunları topyekûn çekip çevirecek gizli bir el yok artık. Örneği sırasıyla Oğuz Atay, büyükşehirlerde yaşayan Kemalist aileler, Kemalist ailelerin kendine güvensiz ve sıkılgan çocukları, liberalizm ve sosyal/tarihî barış talebi bileşenleriyle değiştirebilirsiniz. Bu bileşenler bugün de mevcut ama söz ettiğimiz gizli el bu bileşenlerin vektörel enerjisini belli bir yazar veya metinde temerküz ettiremiyor.

Çeşitlilik, bolluk, dağınıklık, serbestiyet ve rastgelelik hissi, olumsallık fikri edebiyatın anakarasını kayıp kıta Atlantis gibi sulara gömmüş durumda. 21. yüzyılda Ulaştırma Bakanlığı öncülüğünde Türkiye’nin şehirleri arasında hava köprüsü kuruldu. Gençler saatte hızı 900 kilometreyi aşan uçaklarda uçarak kavuşuyorlar sevgililerine. Eski sevgilini gizliden görmek için evinin sokağından geçmen, okul çıkışına gitmen, arkadaşlarıyla buluştuğunda sen de bir arkadaşınla aynı yerde buluşuyormuş gibi yapman gerekmez. Kullandığı sosyal medya platformuna üye olman yeterli. Bu durum karasevdayı ortadan kaldırmaz; sadece ifade edilemez hale getirir, gülünçleştirir, bu yüzden de olduğundan daha acıklı hale koyar. Aşksa artık meşksiz de olabilir pekala. Sevgililerin birlikte yapacakları etkinlikler önceden hazırdır çünkü.

Demek ki kayıp olan sadece edebiyatın anakarası değil; edebiyatın muhtevasına, üslubuna fark getirecek yeni cümleye gidecek yol da ortadan kalkmış. Mevcut yollar daima Roma’ya çıkıyor; sevgili turizmi olarak ve binlerce Avro tur ücreti ödemek kaydıyla. Paranın saltanatı insanların kaderi olumsalla değiştirmesine yardım ediyor. O halde bir dahakine olumsallık meselesine girelim; çıkabilirsek.

 

* Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu.

** Kitabın ilk baskısı: 1966; ikinci baskı: 1995. Bugün ilk baskı nüshasının müzayede fiyatı 2500 (iki bin beş yüz) lira. Muhtemelen şairin cebinden ödediği matbaa masrafı o kadar tutuyordu 66’da.

Etiketler
Hakan Arslanbenzer edebiyat eleştiri Türk edebiyatı modern Türk edebiyatı popüler edebiyat okuyucu yazar okur yazarlık