Arzuyu çerçevelemek: Derviş Zaim’in Rüyet’i


Derviş Zaim’in ikinci romanı Rüyet, Nisan 2019’da piyasaya çıkmış. Rahatlıkla çağdaş Türk sinemasının en iyi yönetmenlerinden biri olarak niteleyebileceğimiz Zaim’in ikinci romanı bu. Edebî türler arasında sinemayla en sıkı bağ kurabilecek türün roman olduğunu düşünüyorum. Yine de çok uzun zamandır dikkatle ve beğeniyle takip ettiğim bir yönetmenin iç dünyasını görüntüyle değil sözle ortaya koyması enteresan bir tecrübe diyebilirim.

Derviş Zaim’in bütün filmleri çok sıkı örülmüş metinlerdir. Siyasi, felsefi, toplumsal göndermeleri; incelikli, derinlikli ve sağlam karakter işleyişi; tarihî meseleleri ele alırken anakronizme düşmemesi filmlerin ortak noktası. Ayrıca bütün bu entelektüel kaygı ve tartışmalara rağmen gerilimin eksilmediği, olay akışının bozulmadığı ve izleyiciyi sıkmayan filmler olmaları da Zaim’i alanının en iyi ve orijinal isimleri arasına sokmaya yetiyor. Fakat roman yazmaya geldi mi işin rengi biraz değişmiş diyebiliriz.

Öncelikle Rüyet, 2016 yapımı Rüya filminin ardından geldiği için ilk ânda filmle ilgisi var mı yahut nasıl bir ilgisi var gibi sorular akılda canlanıyor. Sadece isim benzerliğinden değil, baş karakterin aynı adlı mimar bir kadın olmasından, diğer karakterlerin de aynı isimleri taşımasından ve benzer konumlarda yer almasından da kaynaklanıyor bu durum. Filmdeki Sine uyku sorunları yaşayan, amcasının mimarlık ofisinde çalışan, özünde bir sanat olarak gördüğü mimarlığın bu denli piyasa odaklı bir hâl alışından şikayetçi, yarı yolda bıraktığı insanlara yardım etmek isteyen, bu esnada mimaride kendi üslubunu arayan hatta yenilik peşinde koşan beyaz yakalı, orta yahut üst-orta sınıf bir karakter. Kitaptaki Sine de yine aynı hayat tarzına sahip. Aynı sınıfa mensup. Uyku sorunları berdevam. Mimarlığın durumuyla ilgili çok açık beyanlarda bulunmasa da farklı bir sanat performansı peşinde koşması işinin onu tatmin etmediğine dair bir gösterge.

Derviş Zaim filmle kitabın aynı düzlemde ele alınmasından yahut kitabın filmin devamı ya da bir değişiği olarak görülmesinden pek hoşlanmıyor; fakat bu iki eserin çatısı aynı. İkisi de temelde bir kadın hikayesi. Elbette dönüşüm hikayesi. Filmde bu dönüşüm Sine her dönüm noktasından geçtiğinde farklı bir oyuncunun sahneye girmesiyle anlatılıyor. Gitgide kendi sesine ve hayatına sahip çıkan, istemediği şeyleri reddetmeyi öğrenen, istediği şeyleri arayıp bulan, öfkesini gösterebilen yani ayakları yere basan, gözü pek bir kadınla tanışıyoruz filmin sonunda. Kitapla film arasındaki farklılaşmanın burada başladığını söyleyebiliriz. Daha doğrusu kitabı filmden ayrı bir şey, kendi başına bir eser olarak ele alabileceksek ancak yüzeydeki benzerlikleri bir kenara bıraktıktan sonra bu işe koyulabiliriz.

Kitap edebiyatımızdaki mesnevi geleneğinden yola çıkılarak, bilhassa Hüsn ü Aşk temel alınarak yazılmış. Tekamül önemli bir fikir olarak bütün çerçeveyi destekliyor. Derviş Zaim’in metinlerinde bir kadın teması yahut belirgin bir kadın figür olduğunu söyleyebiliriz. Bu figürler genelde sevdikleri erkeği koruyan, onun yanında duran, onun için gerekirse kendini veya başkalarını tehlikeye atan, cesaretle yola koyulan figürler. Sevdikleri erkekten kastımız her zaman sevgilileri ya da kocaları değil bu arada; bu figür Gölgeler ve Suretler örneğinde gördüğümüz gibi bazen baba da olabilir. Fakat Rüya filminde bu koruma kollama halinin ya da anaçlığın kadının hayatına ket vuran tarafına dikkat çekiliyor ve karakter amcasını, sevgilisini, belli bir düzen ve sistem dahilinde çıkar ilişkisi kurduğu erkekleri gözetmek yerine kendini, kararlarını ve şahsiyetini gözetiyor. Mesnevilerde dönüşen karakter genellikle erkekken, esas kadın bir yerlerde olanca duruluğu, güzelliği ve değişmezliğiyle bu karakteri beklerken; Zaim dönüşüm fikrini kadının varoluşuyla birleştiriyor. Açıkçası bu bana bugünün toplumsal dinamikleri açısından daha gerçekçi görünüyor.

Rüya filminde başlattığı bu mikro-özgürlük hareketini Rüyet kitabıyla biraz daha ileri taşımaya uğraşıyor yazar. Rüyet kelimesi bakmak, görmek, görülmek, içe bakmak, derinden bakmak gibi anlamlara geliyor. Dolayısıyla kitapta sürekli rüya gören, rüyadan uyanan bir karakter yok. Dönüşümü filmdeki gibi çarpıcı şekilde de verilmiyor. Kitaptaki karakter daha modern bir hayat yaşıyor, en azından psikolojik ve duygusal anlamda. Bunun getirdiği rahatlıkla hemen karar vermesi gerekmiyor. Misal uzun süredir devam eden bir ilişkisi var, aslında ayrılmak istiyor ama bırakamıyor. Cesaret edememekten ziyade arzularının çeşitliliği baskın. Aynı zamanda kendisini çok heyecanlandıran başka biriyle sadece cinsel ilişki kuruyor fakat bu insanı da hiçbir şekilde hayatına kabul etmiyor. Böyle ultra-modern hareketler içinde bir roman karakteri kendisi. Ayrıca filmdeki Sine’nin aksine şirketin ve amcasının işleri yürüsün diye arabulmak, elini çamura bulaştırmak, biraz daha diplomatik davranmak gibi yollara da başvuran bir karakter. Hayatın belirli krizlerini atlatıp belli merhaleleri geçip kendini kabul ettirmiş, sınıfını ve yerini benimsemiş, kendisi için dipteki gerçekten ziyade havalı bir varoluş peşinde olan bir kadın demek daha doğru.

Derviş Zaim’in tarihî anlatıyla güncel sorunu filmlerinde çok ustalıkla bir araya getirdiğini ve bunu yaparken mimari, felsefi, edebi sorunları da filmin zeminine yerleştiğini söylemiştik. Rüyet kitabında bunlar biraz birbirine karışıyor. Ortada Osmanlıca bir mesnevi var, iyi para kazandıracak bir iş; bu mesnevinin Hüsn-ü Aşk’a göndermeleri var, ayrıca kitap zaten kendi akışı içinde karakterlerin felsefi akıl yürütmelerine ve günlük açmazlarına aynı ânda yer vermeye çalışıyor. Karakterler de bunları tasavvufi ve felsefi şekilde yaptıklarının bilincindeler. Romanı okurken sürekli bir üst-metin alt-metin çekişmesi içinde kalıyor okur. Bu da metni çok yüklü bir hâle getiriyor. Zaim’in filmlerinin kurgusu ve mükemmel işleyişiyle gayet leziz şekilde aktarılacak bir tema, yazının kaldırmakta zorlanacağı bu yüzden de akışın zaman zaman aksadığı bazen de okura ağırlık yapan bir belirsizliğe dönüşmüş.

Kitabı tek başına ele alacak olursak başta şunu söylemek gerekecek: Ortada bir türlü akmayan bir arzu var. Karakterin sürekli arayış halinde olması bir süre sonra neyi arzuladığını bilemez hale getirdiği için önünü tıkıyor. Bu tıkanıklık, roman temelde bir kadının dönüşüm hikayesini anlattığından ve ne arzuladığımızı bilmeden neye dönüşeceğimizin de belli olmamasından, bütün metne sirayet etmiş. Arzularının peşinden sansürsüzce gidememek bir açıdan beyaz yakalı orta sınıf özelliği olabilir. Zira kitap bu göstergelerden cömertçe yararlanıyor. Bunu anlatmak için yapılmış bir hamle olsa bile o tuhaf yönsüzlük duygusu bir noktadan sonra boğucu bir okuma deneyimine kapı aralıyor.

Karakterler kendilerinin fazlasıyla farkında. Fakat bu farkındalık karar vermelerine yetmiyor. Eski insanların aşkları ve arzuları uğruna yapıp ettiklerini ne kadar okusalar ve takdir etseler de yerlerinin sağlamlığını kaybetme korkusundan ya da dikkatlerini dağıtacak unsurların fazlalığından bunları sadece anlatıp dinleyip heyecan duyulacak masallar yahut para getirecek işlevsel unsurlar olarak görmeye meyilliler.

Filmdeki siyasi ve toplumsal vurgu da kitapta pek yok. Çünkü kadının dönüşümü daha bireyci bir noktadan, onun dışardaki insanlarla, kendiyle, kendi hayatı veya kalbiyle nasıl bir ilişki kurduğu merkeze alınarak anlatılmış. Romanda tek bir sınıfa mensup insanların yapıp ettikleri anlatılıyor fakat filmde alt-sınıflarla birlik bir hikaye söz konusu. Mesela Yedi Uyurlar rüyasındaki insanlarla evlerini kaybeden insanlar aynı. Yahut filmdeki Sine’nin dönüşümü alt-sınıfa duyduğu sorumlulukla, kendi sınıfına duyduğu öfkeyle başlıyor. Halbuki kitaptaki Sine yerine çok yerleşmiş olduğundan o kadar öfkeli de değil. Yahut da öfkesini tuhaf, alakasız şeylere tahvil ediyor. Öfkenin doğru ifade edilememesiyle arzunun sürekli tıkanması aynı cephede.

Kitabın sonlarına doğru Sine’nin Rusya’ya seyahati pek çok mesneviden bildiğimiz bir yolda olgunlaşma hikayesi. Kadın, bu şekilde kendi kalbinin karanlığıyla veya derinlikleriyle yüzleşebiliyor. Bu esnada doğa-kadın ilişkisine de pek çok gönderme yapılıyor. Bu da kitabı postmodern bir mesnevi olmaya bir adım daha yaklaştırıyor.

Rüyet, evet, mimari üzerine bir roman ama daha ziyade kadının yahut kadın olmanın mimarisi denilebilir buna. Gerçekten de postmodern bir mimaridir karşımızdaki. Bunun dışında dur durak bilmeyen göndermeleri, başka sanat türleriyle gerçekten sürekli ilişki halinde olması fakat bunların ucunun çok açık bırakılması, roman dışındaki metinlerin de romanın kurgusu dahilinde iç içe olması, geçişlerin kayganlığı ve belirsizliği gibi hususlar romanı post-modern bir eser de kılıyor. Fakat aslında doğrusal bir çizgide ilerlemeye içten içe can atan, belli ve baskın bir tema ihtiyacı hisseden, tıkanıp duran değil de coşarak akan bir metin olma arzusu da derinden hissediliyor.

Etiketler
Derviş Zaim Rüyet romanı Rüya filmi Fatma Büşra Helvacıoğlu