Diyalektiğe karşı: Paul de Man
Paul de Man’ın yazılarına eleştiri ve edebiyat üzerine denemeler dersek, çok büyük bir eleştirel günah işlemiş olur muyuz? Denemeyi aklına geleni yazmak olarak anlıyorsak, evet. Denemenin teori için, hiç değilse belli bir tür teori için uygun bir çalışma sahası ve ifade vasıtası olduğunu düşünüyorsak, hayır. Paul de Man, teori yapan bir denemecidir. Daha incelikli bir şekilde söylersek: Teorisini denemelere parçalamış bir teorisyendir. Bu da yaptığı işle tutarlıdır. Zira, Paul de Man, kurucu-yapıcı bir teorisyen değil, bir yapısökümcüdür; Batı edebiyat düşüncesinin yapısökümünün çarpıcı bir temsilcisidir.
Batı edebiyat düşüncesi öz ile biçimin farklılığı kaziyesinden neşet eder. Batıdan bu kadar etkilenmemize rağmen bizde bu kaziye hiçbir zaman tam olarak iktidara konamamıştır. Özle biçimin farklılığı bize cevher ile illiyet arasındaki ilişkiyi ima ederken, Batılılar için bu, bize göründüğü kadar tutarlı veya bütünlüklü bir ilişki değildir. Biz Batıdan aldığımız diyalektiği bile “zıtların birliği” olarak anlamaya meyilliyiz.[1] Oysa, diyalektik birlik, bizim anlamaya meyilli olduğumuzun aksine, birdiğerini besleyen iki farklı unsurun birliği olmak zorunda değildir. Özle biçim arasındaki diyalektik de her iki ucun diğeriyle mesafeyi koruduğu bir zıtlığa işaret ediyor. Tıpkı gösterge ve anlam ya da benzeyen ve benzetilen gibi.
De Man, kaba bir tarifini vermeye çalıştığımız bu diyalektik öz-biçim ilişkisini tarihsel olarak incelemeye girişip sonuçta kendisini diyalektik uçlar arasındaki ilişkiyi tamamen ortadan kaldırmaya yönelmiş bir teori yaparken bulur. Yazarın 60’ların ortasında Jacques Derrida ile tanışması ve Derrida’nın yapısöküm anlayışını alması bu nedenle kritik olmuşsa da, zaten erken dönem yazılarında bile uzlaştırıcı, bütünleştirici yaklaşımlardan uzaktadır; bu yaklaşımların aman vermez bir eleştirmenidir. De Man’ın düşünsel ufku, Batılı edebiyat metninde söylenen ile söyleme biçimi, kendi tercih ettiği teknik terimlerle söylersek semiyoloji ve retorik arasındaki uzlaşmazlık tarafından belirlenir.[2]
Söz konusu uzlaşmazlığı, de Man, ilk defa 1950’lerin ortasında, Amerikan Yeni Eleştiri akımının tamamen biçime kapanmış, anlamı dışarıda bırakan yöntemini eleştirerek tespit eder. Yeni Eleştiri, tarihi tamamen inkar ederek belli bir edebiyat metninin anlamını biçiminde, biçiminin yapılış biçimini ortaya çıkarmakta arıyordu. Böylece, tıpkı Fransız Yapısalcılığında ve Rus Formalizminde olduğu gibi, Amerikan Yeni Eleştirisinde de edebiyat parçaları, eser olarak değil metin olarak incelemeye tabi tutuluyordu. 1920’lerden 60’lara kadar Batı eleştirisini hakimiyeti altında tutan bu yaklaşım, çok sayıda başarılı tahlil yaratmıştır, diyebiliriz.[3] Ne var ki, de Man’ın deyişiyle “dışsal” ya da “dışarıdan” anlam bu tahlilci-biçimci eleştiri yolunu daima tehdit etmiştir. Yeni Eleştirmenler anlamı yorumlamayı reddederken, herhangi bir metnin yazarının niyetinin bilinemeyeceğinden yola çıkıyorlardı. Bunun yapılmasının nesnel ve sağlıklı olmayacağını ileri sürüyorlardı. Bundan da incelikli, ayrıntılı, kılı kırk yaran biçim incelemeleri doğdu.
60’lardan itibaren yorum ve anlam Batı eleştirisinde yeniden devreye girerken (sosyolojik, psikolojik bilgilerin, kültürün, hatta siyasetin etkisiyle elbette) de Man’ın tespitine göre, birçokları sanki biçim eleştirisi ile yorum güzel bir şekilde birleşecekmiş gibi düşünmüşlerdir. De Man’ın bir teorisyen-denemeci olarak enerjisinin önemli kısmını bu iyimser düşünceye saldırmak için kullandığını söyleyelim. De Man’a göre, biçim-öz farklılığının nihayet giderileceği beklentisi fostur, hiçbir temeli ve sonucu yoktur.
Aşırı gelişmiş bir eleştiri kurumunun, 20. yüzyılın ikinci yarısına ait Batı eleştiri dünyasının içinde bir yazarın bu tonda bir karamsarlığa sahip olması ilginçtir. Daha 1950’li yıllarda Paul de Man, Amerikan Yeni Eleştirisi üzerine yazdığı eleştirilerden başlamak üzere, anlamın ifadeyle özdeşiminin mutlak olmadığını temel almıştır. 1954 tarihli makalesinde,[4] “taş”ın durağanlığından dolayı taş olarak anlaşıldığını, fakat “sandalye”nin anlamının kelimenin işaret ettiği nesnenin görünüşünden ibaret olmadığını söyler. Vurucu bir tespit. Gerçekten sandalye ne demektir?[5]
[E]n katışıksız sezgisel bilinç bile, sözgelimi sandalye gibi bir nesnenin anlamını, bu nesneyi tanımlarken kullanımına atıfta bulunmadan kavrayamazdı; “sandalye” nesnesine dair algıların en incelikli tanımı bile, bu algıların nesneyi tanımlayan potansiyel bir edim açısından düzenlenmemesi, yani bu nesnenin üzerine oturulan bir şey olduğunun belirtilmemesi durumunda, anlamsız olurdu. Öyleyse nesnenin kurucu öğelerinden biri de, potansiyel oturma edimidir. Bu öğenin bulunmaması durumunda, nesne bütünselliği içinde kavranamaz. Taş ile sandalye arasındaki farklılık, doğal bir nesneyi maksatlı (intentional) bir nesneden ayırır.[6]
Bu ve benzeri pasajlarda, de Man, biçimci/biçimsel Batı eleştirisi karşısında cinayet detektifi rolü oynar. Biçimciliğin kutsallarını çiğner; yok dediklerini bulup çıkarırken varlığını verili aldığı şeylerin, mesela edebiyatta anlamın duyusallık ya da etkinin toplamına eşit olduğu fikrinin temelsizliğini bulgular. Biçimcilik bize metnin yazar tarafından kastedilmiş bir anlamı olamayacağına, anlamın metnin duyusal olarak bizim üzerimizde bıraktığı etki olduğuna inandırmak ister. Aşağı yukarı Rus Biçimciliği, Amerikan Yeni Eleştirisi ve Fransız Yapısalcılığının belli başlı ortak noktası budur. Bu görüş Kantgil estetiğin mucizevi buluşudur, her derda şifadır. Modern okuma tarzı, etki kavramı üzerine kuruludur.
Bu nispeten geri kalmış, üstünden geçilmiş anlayışın birçok ülkede olduğu gibi ülkemizde de katı bir şekilde geçerli olduğunu söylememiz lazım. Biçimcilik, naif görüntüsünün altında bir tür felsefi despotizmi saklıyor. Kendisine teknik bir kisve seçmiş olması da işleri iyice karıştırıyor. Dünya görüşü, günlük dil, öznellik, konvansiyonel gerçekler, estetik, müphemlik vb. gibi, bir eserin ortaya çıkmasında şu veya bu şekilde rolü bulunabilecek unsurları keyfî bir şekilde kullanmaya teşnedir. Biçimci şair gibi biçimci eleştirmen de neyi ne tarafa ne şekilde döndürmek istiyorsa o şekilde davranma suçunu mutlaka işleyecektir.[7] Yeri geldiğinde öznelliğe prim verecek, yeri geldiğinde kendi nesnelliğini ispata yönelecektir. Ne var ki, biçimciliğin önünde sonunda varacağı yer edebilik, şiirselliktir. Biçimcilik, estetik denilen zarif silahını elden bırakmayacaktır.
Paul de Man’ın çarpıcı, öğretici tarafı da tam burada ortaya çıkıyor. Hiçbir zaman antropoloji veya kültür gibi geniş kesimli bir konuya geçmeyerek, denemeciliğinin mesela daha önce güç ve zaaflarını ortaya koymaya çalıştığımız Noam Chomsky veya Edward Said gibi, kıtalar arası bir şöhrete ulaşmasını önlemiştir de Man. Öte yandan, salt metin eleştirisi yapmayarak aksi uçta bulunan ve yüksek saygınlığa sahip olan edebiyat eleştirmenleri ve teorisyenler arasına da katılmamıştır. Gizli bir muallim olduğu halde hiçbir zaman açıktan muallimliğe girişmez; neyin ne olduğunu ve olmadığını saf okuyucuya öğretmeye çalışan bir öğretmen kisvesine bürünmez. Kılı kırk yaran titiz eleştirmen pozuna da girişmez. Paul de Man, hani bilgisayar terminolojisine başvuracak olursak, bir tür sistem virüsü olarak hareket etmeyi, teorik yönsemesi açısından daha emniyetli buluyor olmalı. Zira, de Man’a göre, bizzat edebiyat en incelikli yapısökümdür. Edebiyat eserine yönelik okumamız, bizi ait, dışarıdan dayattığımız bir okuma değildir. Anlam ve biçim arasındaki süreksizlik ve tutarsızlık edebiyat metninde zaten vardır. Yokmuş gibi hareket edilmesi, bu uzlaşmazlığın çözüme kavuşturulduğu iddiaları, teknik ve biçimsel eleştiri yoluyla edebiyatın özüne, metnin anlamına ulaşıldığı vehmi tamamen yalandır.
Biçimciliğin, yani öz-biçim sürekliliğinin çözülüşüyle ortaya ne çıkacaktır? Başka yönden sorarsak: Paul de Man, nasıl bir edebiyat, nasıl bir eleştiri, daha genel çerçevede nasıl bir dünya tasavvur ediyor? Bu basit sorunun basit bir cevabı, Paul de Man’ın seçtiği karmaşıklık nedeniyle, yok. Yine de, yazılarında eleştirdiği eleştiri tutumlarına karşı bazı kelimelere yüklediği olumlu anlamdan bazı şeyler çıkarmak mümkündür. Mesela, eseri gerçek zamandan koparıp şeyleşmiş, genelleşmiş, nesneleşmiş bir zaman planında yeniden kuran roman eleştirisine (Georg Lukacs’a) karşı çıkarken “gerçek benlik” ve “deneyim” kelimeleri öne çıkmaktadır. Roman yazarının kendi benliği, kendi deneyimi, kendi zamanı…
Başka bir yerde “şiirsel ve eleştirel bileşenlerden” bahisle, edebiyat eserinde eleştirinin “kurucu öğe olarak” bulunabileceğini işaret eder. Bunu, biçimcilerin aleyhte tezahüratına rağmen, politikayı, günlük dili, deneyimi, yazarın kişiliğini, o anki düşüncelerini esere olduğu gibi eserin eleştirisine de dahil etme eğilimi olarak tespit etmek mümkün. Paul de Man, başka bir yerde de “organiklikten” söz etmektedir. Mesela Marcel Proust’un roman dizisinde anlatıcı “Marcel” kişiliğinin, biçimcilerin ısrarına rağmen, romanın anlattığı biçimi işaret etmekten başka özelliği olmayan bir bakış açısından ibaret olmadığını, tam aksine romanın konusu olduğunu ileri sürer.
De Man, modern dönemde edebiyat üzerinde katı bir hakimiyet kurmuş olan eleştiri statüsünü temellerinden sökmeyi denemektedir. De Man’a göre, edebiyatla eleştiri arasında büyük fark yoktur. En azından, eleştirinin kendi tekelinde olduğunu iddia ettiği hakikat açısından bu böyledir. Edebiyatta olduğu gibi, eleştiride de bir durum, olay, söz veya ilişkinin tam hakikatinin ne olduğunu kesin olarak bilemeyiz. Eleştirinin bunu tespit etmek için kullandığı araçlar, her ne kadar edebiyatın büyüsünü çözme iddiasında olsalar da, bizzat büyüseldirler.
Günümüzde ta romantizmden kalma, arada modernizm tarafından da uzun onyıllar boyunca pekiştirilip çelikleştirilmiş bir anlayış hakim: Edebiyat dili büyüselliğin dilidir; buna karşı eleştiri dili hakikatin dilidir. Bunu ispat etmek için yazılmış, bunu verili alarak yazılmış yüzlerce, binlerce, hatta on binlerce teori ve eleştiri kitabı var Türkçe’de. İngilizce’de ise yüz binlerce dersek abartı sayılmamalı. Paul de Man, tam da bu zarif önyargıyı kırma yolunda çok sayıda makale ve kitap yazmış bir teorisyen. Hemen her cümlesinde bu önyargının üstüne gidiyor, altını oyuyor, arkasından kuyu kazıyor. Sessiz bir hırsı var yazarın, romantik-modern şiirsellik önyargısına karşı. Bu hırsı olumlu bir hırs olarak almak lazım yine de. Paul de Man, yıkıcı değil çözüştürücüdür. Bunun altında da belki her şeye rağmen de Man’ın modern safdilliliğe, yani hakikat sevgisine sahip olması yatıyor. Madem eleştirel araçlarımız sandığımız kadar gayrişahsi ve her zaman her yerde geçerli olacak kadar pürüzsüz değil, bunu tespit etmek oyunu gerçekmiş gibi sürdürmekten yeğdir.
Paul de Man’ın güçlü bir eleştiri geleneğine, Batı edebiyat düşüncesine saldırırken naif denebilecek, hatta edepli denebilecek bir dil kullanması, şiddet göstergesi olabilecek ifadelerinin pek olmaması da dikkat çekici. Chomsky’nin gürültücülüğü, Bahtin’in allameliği, Said’in çokbilmişliği onda yoktur. Hatta Derrida’nın oyunsallığından çok az nasiplenmiştir. Paul de Man’ın karşısında durduğu geleneğe saygısının, hatta sevgisinin bunda rol oynadığını düşünebiliriz. Bir yazar olarak kendini öne çıkarmak Paul de Man’ın eleştiri ve teoriye kazandırmaya çalıştıkları açısından tutarsızlık olurdu bize kalırsa. Batı edebiyat geleneğinin büyüsünü çözerken de, çünkü, büyübozuculuk, putkırıcılık kültüne sarılma tehlikesi vardır. Nietzsche vb. pek çok büyübozucunun düştüğü bir tehlike bu. Fakat bütün büyübozucuların büyübozucusu sayılabilecek Paul de Man’ın herhangi bir külte yöneldiğini söyleyemeyiz.
Paul de Man, sessiz ve titiz bir işçilikle çalışarak, ancak kendi girdiği karmaşaya girme yürekliliği ve gücü gösterebilecek okuyucuya kapılarını açan bir yeni eleştirel yordam, pişmiş aşa su katma diyebileceğimiz bir büyübozuculuk yaratmış, böylece birçok özelliğinin yanı sıra Batı medeniyetinin önemli başvuru araçlarından olan edebiyat ve eleştirinin eziciliği konusunda hem bu medeniyetin doğal mensuplarına, hem de bizim gibi zoraki meskunlarına derin bir nefes aldırmıştır. Edebiyat bir inanç ve tapınç olmamalıydı ve bize kalırsa Paul de Man’ın Batı Edebiyat Kilisesine karşı giriştiği eylem bu inanç-tapınç meselesini anlamamızı kolaylaştırdığı gibi teslimiyete karşı da direnç noktaları yaratıyor.[8]
Notlar
[1] Karl Marx’ın diyalektik anlayışını öğretirken Mevlana’nın “Her şey zıddıyla kaimdir” sözünü kullanan komünist ağabeyler gördüğüm için bunu bilhassa belirtmek istedim.
[2] Paul de Man, “Semiyoloji ve Retorik”, Çev. M. Z. Çıraklı, Okuma Alegorileri: Rousseau, Nietzsche, Rilke ve Proust’ta Figürel Dil içinde, Paradigma, 2008, 3-22
[3] Mehmet Kaplan, Berna Moran ve Hüseyin Cöntürk örneklerinde görülebileceği üzere bu tahlilci-biçimci yaklaşım Türk eleştirisine de uzun yıllar etki etmiştir; bugün de az çok etki etmeye devam etmektedir. Bizde “iyi eleştiri” hâlâ metin incelemesi olarak görülür.
[4] Paul de Man, “Amerikan Yeni Eleştirisinde Biçim ve Maksat”, Çev. C. Soydemir, Körlük ve İçgörü içinde, Metis, 2008, 50-65
[5] Buraya modern Türk şiirinden alacağımız bazı mısralar konuyla ilgileri bakımından çarpıcıdır: “Tüyler içinde gelen yeni dünya / Bir sandalye kadar hür olacağı gün” (Sezai Karakoç, “Kapalı Çarşı”); “Birileri oturunca sandalye oluyor tahtalar” (Esma Toksoy, “Kefaret”).
[6] Körlük ve İçgörü, 54
[7] Mesela Necmiye Alpay, dünya görüşünü (ideolojiyi) Mehmet Can Doğan’ın yazılarında olmaması gereken bir şey olarak tespit ederken, Mehmet Öztek’in bir şiirini tartıştığı sıra olumlu bir şey saydığını gizlememektedir. Bunun teoriye direniş biçiminde bir teorik tutum olduğunu görmemiz gerekir. Necmiye Alpay bir tür sivil muhalefeti (ki bu da yenilik biçiminde ortaya çıkıyor, Öztek’in garip şiirinde olduğu gibi) her şeyin üzerine koyduğu için, tipik anlamda sağ (M. Can Doğan) ya da tipik anlamda sol (Ahmet Oktay) tutumlara ideoloji etiketini iliştirmekten kendini alamıyor. Aslında bütün bunlar Türkiye açısından geç kalmış biçimci eleştiri yordamından, “estetik ideoloji”den başka bir şeyle ilgili değil. Siz politika yapıyorsunuz, ben salt edebiyat yapıyorum, şiir yazıyorum ya da salt edebiyat/şiir üzerine yazıyorum… gibi tamamen yanılsama ve yansıtmadan ibaret bir tutum, bir yordam.
[8] Paul de Man’ın kitaplarının Türkçeye geç de olsa çevrilmeye başlaması bu açıdan büyük bir hamledir. Körlük ve İçgörü ve Okuma Alegorileri'nden sonra Teoriye Direnç de çevrildi. Geriye kaldı “Estetik İdeoloji.”
Kapak fotoğrafı: Paul de Man (ayakta) Renée and Theodore Weiss'la birlikte, Bard College, Aralık1949.