Poor Things: Zavallılar
Sanırım, birileri bizi çok pis ketenpereye getiriyor kardeşlerim.
Yorgos Lanthimos’un 2023 yapımı Poor Things, en iyi kadın oyuncu ödülü başta olmak üzere Oscar ve Bafta’da birçok dalda ödül adı. Film, Lanthimos’un, “Üzerinde on sene çalıştım.” dediği İskoç yazar Alasdair Grey’in 1992’de aynı adla yayımlanan romanından uyarlanmış. Filmi izleyip beğenen baş yapıt ilan eden de var, “Yav biz şimdi ne izledik” diyen de. Bu ikircikli durum bile yönetmenin ve yapımcının hedeflediği bir tutum olsa gerek. Bu açıdan da başarılı denebilir.
1973 yılında Atina’da doğumlu yönetmen Yunan tuhaf dalga denilen sinema akımına özgü filmler çekiyor. İlk uzun metraj filmi, My Best Friend’i ise 2001’de çekmiş. Sonrasında Köpek Dişi, The Lobster, Kutsal Geyiğin Ölümü filmleri ile adından söz ettirdi. Poor Things ise otuz beş milyon USD bütçesi ve prodüksiyonu ile Lanthimos’un diğer filmlerinden ayrılıyor. Filmin baş rol oyuncusu daha önce “La La Land” filmi ile en iyi kadın oyuncu Oscar’ını alan Emma Stone. Bu özellikleri ile Poor Things, yönetmenin önceki filmlerine göre daha gösterişli ve renkli.
Lanthimos filmlerinde tematik olarak aile ve toplumu absürt, distopik bir evrende işliyor. Poor Things ‘in sarkastik anlatımı The Lobster ile benzerlik gösteriyor. Toplumun tıraş değerleri diyebileceğimiz; aile, kadın, anne baba ve toplum üzerine kurduğu hikayeyi ve genel geçer yargıları yerle bir ediyor. Filmlerinde de rutin akışta hissizleşen, -bayağı tabirle hayvanlaşan- insanı seyirci koltuğunda dürtüyor.
Tarihte Britanya’da süfrajet hareketiyle başlayan feminist dalga, son on senede kitap ve filmlerde en çok rağbet gören başlıca konulardan. Patriyarka, feminizm, pozitif ayrımcılık. “Yes, we can do it!” fakat kadının “kapitalist liberal” düzendeki “ucube dizaynda” yerini tayin eden gücün, çıkan sesin esas sahibi kim? Poor Things filmi üzerinden bu konuya eğilecek olursak;
(Spoiler içerir)
Bilim insanı babası tarafından yetiştirilen insanlar ve hayvanlar üzerinde deneyler yapan bilim insanı Godwin, köprüden denize atlayıp intihar eden hamile bir kadın bulur. İzleyenler olarak burnunun ucunda olta takılı gebe kadını görür görmez yoğun, katmanlı ve içinde bolca metaforların olduğu metinler arası bir filmle karşı karşıya geldiğimizi anlıyoruz. Filmi, yer yer kadının bakış açısı ile fish eye balık göz kamera açısı ile izliyoruz.
Dr. Godwin laboratuvara getirdiği kadının karnındaki bebeği ameliyatla çıkarır, bebeğin beynini kadının kafa tasına nakil eder, elektrik verir hayata döndürür. Kadının adını “Bella” koyar, yıllarca yetişkin bedeninde bebeğin gelişimini adım adım gözlemler. Biz de Jostein Gaader’in Sofiesine benzer bir şaşkınlıkla dünyayı izleyen ve çok temel varoluşsal sorular soran yetişkin bedenindeki bebek Bella’nın gözünden dünyayı izlemeye başlarız. Bir kadının kendi bedeninden tekrar doğma fikri orijinal aynı zamanda tedirgin ve huzursuz edici. Yunan mitlerine atıfta bulunan bu anlatı post modern bir dille izleyiciye sunulmuş. Gerçek dünyada, doğumdan itibaren desteklenen/desteklenmeyen kadının eğitimi, kariyeri her şeye rağmen kendini kendinden var etmesi hali hazırda oldukça zorken, bir de biyolojik olarak kendini doğurma fikri, zorbaca. Bella fiziksel olarak deformasyona uğramış, kendi babası tarafından iğdiş edilmiş bilim adamı Godwin’nin – Bella ona adını kısaltarak, “Tanrı” anlamına gelen, “God” şeklinde seslenir.- Yani onu var eden yüce varlık Tanrı eksiklik ve deforme olmuş bir varlıktır. Hatta, sindirim sistemi olmadığı için yemeğini midesine bağlı özel bir makine aracılığı ile sindirir. Zaten Godwin ve onun saf asistanı dışındaki diğer tüm erkek karakterler kötü, ahmak ve sapıktır. Bella, kendisinden yaşça büyük bir zampara olan Duncan ile seyahate çıkma kararı alır. Bu seyahatte, hedef Atina olsa da oraya ulaşamazlar ve Paris’te gemiden inmek zorunda kalırlar. Bella’nın yolculuk esnasında İskenderiye’de yoksulları görüp ağlaması, kendi dünyasının gerçekliği ile temasının yok oluşu, yolculuğunun ereksel sebebe bağlı bir kişisel gelişime evirilmesi, eril tahakküme, yani zampara Duncan’a karşı çıkarak Paris’te genel evde çalışma kararı yine kadın bedeninin metalaşması kendi bedeni ile ilişki kurma biçiminin ve maddi bağımsızlaşmasını kazanma biçiminin de ironik bir biçimde izliyoruz.
Erkek egemen toplumun eleştirisi, “güçlü fahişe” imgesi üzerinden yapılmış. O anlarda, Lantimos kadınlarla dalga mı geçiyor, diye düşünmekten kendimizi alamıyoruz. Kadının cinselliğini ve özgürlüğünü kazanma biçiminin bu yolla olması oldukça seçici.
Bella’nın teoride babası, teknikte kocası olan, yani intihar etmeden önceki kocasının Bella’yı bulması, faşist bir asker olan kocanın evdeki hizmetçilere de baskı ve silah zoruyla hüküm etmesi akıbeti, filmin son sahnesinde bir keçinin beyni ile bedeni yer değiştiren kocanın bahçede otlarken görülmesi de öyle...tabi adam keçi gibi otlarken, Bella ve genelevde tanıştığı lezbiyen sevgilisi güneşlenip sohbet etmelidir. O an hava güzel ve güneşli bu sırada bahçede domuz başlı horozlar ve amorf, Yunan mitolojisindeki sentorları anımsanatan hibrit hayvanları görürüz. Feminizm, mitoloji, felsefe ile iç içe girişik gördüğümüz fikirler, yeni dünya düzeninin işaret ettiği ütopik kadın karakter, renkler ve kostümlerle bu film her saniyesinde kör gözümüze parmak sokuyor. Bu açıdan oldukça overrated. Metni ve PR’ı iyi çalışılmış bu filmde, Aristo’nun dört nedeni maddi neden, ham madde, şekil formel neden, olguyu etkin olarak üreten aktif oluşum, oluşumun yönlendirdiği sonuç ya da amaç ve gai üzerine ortaya karışık bir şeyler izledik. Bayatlamış bir başlık olan, “sanat için sanat mı toplum için sanat mı sorusunu sormak güncel mi?
Yeni dünyada kavramların birbirine geçtiği, sanayi devriminden bugüne, günden güne habire gazlanan “modern kadın” Yunan mitlerindeki gibi bir de kendini kendi bedeninden doğurursa hali ne olur? Dışarıda, evde sonsuz bir eforla kariyerini, aile ve çocuklarını doğuran yaşamı inşa eden dişi enerji(!)sistem ve ideolojiler tarafından beslenip güçleniyor mu yoksa daha mı fazla metalaşıyor?