İlk roman hangisi: Don Kişot mu, Robinson Crusoe mu?


Romancı deyince birçoğumuzun aklına ilk gelen kişi Dostoyevski’dir. Bakın ne demiş Dostoyevski, Don Kişot için: “Dünyada bu yapıttan daha engin daha güçlü hiçbir şey yok. Şimdiye dek insan düşüncesi tarafından dile getirilmiş nihai ve en büyük söz, bir insanın ifade edebileceği en şiddetli ironi.”

Bu övgü dolu sözlerden ama Don Kişot’un ilk roman olduğu çıkar mı? Cemil Meriç çok daha zengin bir yerden bakıyor. Arkasına Fransızca literatürü alarak ve belli belirsiz sosyolojik bir bakışla. Meriç’e göre romanın tarih öncesi Antikçağ’a, Yunan tragedyalarına kadar geri gider. Don Kişot’un hemen öncesinde ise şövalye romanı, pastoral roman, Mağrip romanı, “pikaro” (pikaresk) romanı var. Hegel’e uyarak romanı epikle kıyas ediyor üstad. Vardığı sonuç basit ama anlaşılır: “Destan başka toplumu yansıtır, roman başka toplumu.”

O zaman daraltarak devam edelim: Don Kişot nasıl bir toplumu yansıtıyor ki ilk roman kabul ediliyor? Yine Meriç’e göre, Rabelais’nin Gargantua’sı, Cervantes’in Don Kişot’u ve Swift’in Gülliver’i gerçeği tümüyle yansıtmaz, “tabiat dışı kahramanlar” içerir; bundan dolayı da bunlara fantastik roman demek daha doğrudur.

Benzer şekilde Georg Lukács, Don Kişot’un “soyut idealizmin romanı” olduğunu söyler. 17. yüzyıla gelindiğinde Tanrı dünyayı terk etmiş, ruhla yapıt, içsellik ile serüven bağdaşmaz bir konuma düşmüştür. Lukács bu değerlendirmeler için tarihî, sosyolojik deliller sunma ihtiyacı duymuyor. Genç bir Hegelci olarak roman türü üzerinden tarih felsefesi yapıyor ve tarihî fenomenleri biraz abartarak alıyor. Don Kişot yazıldığında İspanya henüz hem Avrupa’da hem dünyanın geri kalanında Haçlı savaşları yürütüyordu. Aslında Don Kişot yazarı da bahtsız bir Haçlıydı. İnebahtı’da Osmanlı donanmasına karşı kazanılan zafer esnasında bir elini kaybetti ve takip eden yıllarda esir düşüp ancak beş yıllık bir mahkumiyetin ardından fidye karşılığı serbest kaldı.

Cervantes’in bir hayal kırıklığı yaşadığı açık. Savaştaki bahtsızlığının şövalyelikle alay etmesine ne derecede etkisi olduğu pek tartışılmıyor. Kitabın daha başında Ezop’tan şu sözü alıntılar: “Hürriyetin bedelini ödeyecek altın bulunmaz.” Arka arkaya gelen alıntıların hepsi manidardır: Ölüm fakirin kapısını da çalar, zenginin de… Düşmanlarınızı sevin… Kötü düşünceler yürekten gelir… Talihin yaver gidince dostun çok olur, işler terse dönünce yapayalnız kalırsın vb.

Bu alıntıların, genel olarak Don Kişot’un talihinin anlamı Cervantes’in şahsi tecrübesinden ciddi bir paya sahiptir; çok tartışılmasa da. Bundan yola çıkarak bütün bir çağın öyle olduğunu, kişinin ruh tecrübesiyle yaşadığı reel serüvenin uyumsuzluğunun soyut idealizm romanını yarattığını söyleyebilir miyiz? Şahsi kanaatim genç Hegelci Lukács’ın abarttığı yönünde.

Jale Parla da Don Kişot’un ilkliğinden kuşku duymuyor. Don Kişot’un kimleri etkilediğinin kısa bir kaydını sunduktan sonra, Parla, tuhaf bir şekilde, Don Kişot’u tarih açısından değil roman türü açısından inceleyeceğim diyor. Sonra da tarihî bir sıra gözeterek İngiliz literatürüne göre roman tarihinin önemli metinlerine dair dikkatlerini yazıyor. Don Kişot hakkında söylediği şey şu: Kendi döneminin türlerini harmanlayarak Don Kişot, romana giden yolu açtı. Parla’nın sıraladığı türler  şunlar: Epik, romans, pastoral, Bizans öyküleri, Doğu öyküleri, yerel anekdotlar… Parla buna İspanya ve Avrupa’nın yeni gerçekliğini yansıtmak diyor. Ama bu işin nasıl gerçekleştiğini açıklamıyor elbette. İspanya’yı feodallikle suçluyor. Oysa dönemin İspanya’sı Avrupa’nın en güçlü krallıklarından biriydi ve eski ile yeni arasında bir bölünme yaşadığı da yoktu. Hollanda ve İngiltere devrimleri çok uzakta ve İspanya’ya karşı gerçekleşecekti. Parla, pek de iyi tarihçi değil. Ama bundan bir şey çıkarabiliriz: İlk romanın hangisi olduğunun tespiti biraz da erken modern dönem Avrupa tarihinin yorumundan, daha özelde İspanyol sömürgeciliğinin mi İngiliz sömürgeciliğinin mi model olduğunun tespitinden geçiyor.

Daha ciddi bir yazara, René Girard’a geçecek olursak, onun için ilk romanın hangisi olduğunun bir önemi yoktur. Kahramanların hınç ve arzularının romanlarda, daha genel olarak dramatik kurmacada, çünkü bütün bir kitabı Shakespeare’deki kıskançlık ilişkilerine ayırıyor üstad, nasıl ortaya çıktığı onu asıl ilgilendiren konudur. Ne var ki iki romanın, Don Kişot ve Madam Bovary’nin Girard’ın üçgen arzu kavramı açısından çok özel bir yeri vardır. Çünkü ikisi de başkalarının arzularını arzulayan, mimetik arzuya kapılmış karakterlerdir.

Mimetik arzu kalıbıyla Don Kişot’a bakmak son derece mümkün. Ama az önce de dediğim gibi, Shakespeare’e daha da uygun bir çerçeve sunuyor Bahtin’in teorisi. Bu durumda, roman çözümlemesi için ne derecede güçlü araçlar temin ederse etsin, bizim sorumuzu havada bırakıyor diyebiliriz üstad için. Mimetik arzunun tarihiyle romanın tarihi tam olarak çakışmıyor.

Mimesis demişken Erich Auerbach’ın aynı adlı kitabına da müracaat etmemiz lazım. Auerbach, eskiyle yeniyi kesin çizgilerle ayırt etme yanlısı değil. Batı gerçekçiliğinin izlediği yolu çizerken sürekliliklere kopuşlardan fazla dikkat çekiyor. Gerçekçiliğin Rönesans’ta ortaya çıktığı fikrine oldukça yabancı. Aksine, Antikçağ ve Ortaçağ’ın kendilerine özgü gerçekçilikleri olduğunun altını sürekli çiziyor Auerbach. Roman kelimesini de oldukça geniş bir anlamda kullanıyor. Don Kişot hakkındaki nihai değerlendirmeleri, öte yandan, Auerbach’ın Cervantes’in eserini modern roman başlangıcı kabul etmeye yatkın olmadığını gösteriyor. Auerbach’a göre:

“’çağdaş gerçekçiliğin araştırılması meselesi’ne Don Quijote kadar özendiren bir figür olmamıştır neredeyse. Geride kalmış bir çağın ve işlevini yitirmiş bir sınıfın idealleriyle çağdaş gerçekçilik arasındaki çatışma, bu gerçekliğin çetrefil ve eleştirel tasvirine çıkarır yolu haliyle (…) Ama Cervantes yapıtını bu yönde işlememiştir. İspanya gerçekliğinin tasviri, sayısız serüven ve sahneye bölünürken lime lime olur. Temellerine dokunulmayan gerçeklik yerinden milim oynamaz.”

Auerbach’ın Robinson Crusoe ve yazarı Daniel Defoe üzerine bir sözüne rastlamadım ama yukarıdaki parlak tasvir roman tarihine uygulandığında, nirengiyi Cervantes’ten çok Defoe’nun eserine yerleştirmek gerektiği düşünülebilir.

Ian Watt ise burjuva ekonomik bireyciliğinin doğuş mediumu olarak görüyor romanı. Batılı birey efsanesini ise romandan daha geniş bir mesele olarak ele alıyor. Burjuva ekonomik bireyciliği kendisini ilk defa roman formatında Robinson Crusoe ile duyururken, Faust, Don Kişot, Robinson vb. Batılı birey efsanesinin halkaları olarak kabul ediliyor. Burada da Watt’ın gevşek ve dağınık bir şekilde Max Weber’in Protestan Ahlakı çalışmasına yaslandığını ve kapitalizmin doğuşunu Kalvinist zihniyete, Püriten disiplinine bağladığını görüyoruz. Çok kaba tasvirle, Püritenler ekonomik bireyciliği dinî bir kisve altında geliştirerek hayatı sekülerleştirdiler ve kapitalizmin gelişmesine paralel bir kurmaca türü olarak roman doğdu vs.

Watt ilk romanın Robinson Crusoe olduğuna bizi ikna ettikten sonra bir eleştirmen için çarpık ve güvenilmez bir usulle Richardson’ın Pamela’sının ilk gerçek roman olduğunu ileri sürer. Daha doğrusu, İngiliz filolojisinin bu yöndeki genel geçer iddiasını tekrar eder. Defoe, ekonomik bireyciliği kurmacaya taşımakla beraber, romanın doğuşu için Watt’ın şart koştuğu 1) gerçekçi anlatının içsel bütünlüğe sahip bir olay örgüsü şeklinde düzenlenmesi, 2) karakterlerin anlatının gerçeğe benzerliğini artıran basit vasıtalar olmaktan çıkıp bütünsel yapının asli unsurları haline getirilmesi ve 3) ilk ikisinin bir temel ahlaki niyetle ilişkilendirilmesi ameliyelerini yerine getiren Richardson’dı. Bir başka deyişle, roman 1720’lerin değil 1740’ların İngiltere’sinde, gezi anlatısı formunda değil aşk mektupları formunda, tek bireyin ekonomik çıkarcılığının tasviri olarak değil evliliğin bir ekonomik girişim biçiminde işlenmesi olarak ortaya çıktı.

Watt’ın birbiriyle tutarsız birçok tespiti var. En genel itibarla yazar, 17 ve 18. yüzyıllara ait metinlerde bireycilik ve laikliğe delil saydığı ne varsa toplayıp bunları romanın doğuşu için birer gerekçe, ön adım, kolaylaştırıcı olarak masaya yığıyor ve kurduğu hüküm cümleleri arasında tarihî açıdan doğrulanamayacak olanların yarattığı güvensizlik hissine mani olamıyor. Ekonomik bireycilik, laiklik, gerçekçilik ve Püritenliğe sırtını yaslarken John Bunyan’ın Hacının Yolculuğu (Pilgrim’s Progress) başlıklı alegorik hac kitabının Crusoe’lardan kat kat daha çok okunduğunu ihmal ediyor. 18. yüzyıl İngiltere’sinde herhangi bir resmi veya gayri resmi dua kitabı toplumun nispeten geniş kesimlerince okunurken bugün roman kabul edilen metinlerin okuyucuları birkaç on binle sınırlı kalıyordu.

Sosyolog Lucien Goldman’ın “Kültürel yaratının gerçek öznesi izole olmuş birey değil sosyal gruplardır,” iddiası romana sosyolojik yaklaşım açısından ümit verici olsa da Goldman da aslında kendinden önceki teorisyenlerden Lukács ve Girard’ı sentezlemek dışında ileri bir hamlede bulunmuyor. Goldman’ı özetlemek gerekirse, roman tarihi liberal ekonomik mübadele tarihiyle sürekli bir ilişki içindedir, roman bireyin yozlaşmasıyla dünyanın yozlaşmasını, aynı zamanda bu yozlaşmaya karşı bireyin sahici değerler arayışını anlatır ve bu ikisinin (yozlaşma-değer arayışı) çatışmasından kolektif bir ortaklık (bireyle dünya arasında) ortaya çıkarak eserin epik bütünlüğünü temin eder, dolayısıyla roman aynı ânda hem kişinin biyografisi hem toplumun günlüğüdür ve nihayetinde, “roman, piyasa için yapılan üretimin doğurduğu bireyci toplumun günlük yaşamının edebiyat alanındaki yansımasıdır.”

Goldman’ın bu basit ana fikrinin herhangi bir tarih sorununu çözmekten uzak olduğunu, daha da önemlisi roman tarihinin gelişimini bize vermeye bir adım bile yaklaşmadığını, netice itibariyle de bir hayal kırıklığı olduğunu dile getirmeliyim. Roman sosyolojisi yapma girişimi açısından Lucien Goldman’ın yazılarının bir yeri var ama hepsi bu kadar.

Ara nağme olarak şunu söylemek mümkün: Roman teorisyenlerinin modelleri genellikle 19. yüzyıl romanı oluyor; daha doğrusu 19. yüzyıl romanı içinde tercih ettikleri bir tip roman. Mesela, Bahtin’in roman teorisinin karekökü Dostoyevski’dir ve “Dostoyevski poetikasının sorunları”nın çözümü için tarihe gittiğinde Gargantua ve Pentagruel’le karşılaşır. Rabelais’nin grotesk anlatılarının ilk romanlar olduğunu ileri sürmez, ama halkçı, diyalojik ve çoksesli anlayışı böyle bir iddiayı temellendirmiştir bile. Bahtin, Karnavaldan Romana kitabında romanın bir tür olarak daima var olduğunu, diğer türleri parodilerini yaparak eleştirip aştığını dile getirir ve bu durumun öne çıktığı belli antik ve modern zamanlardan söz eder. Özellikle, 18. yüzyılın ikinci yarısına dikkat çeker. Wieland’ın Agathon’una, Fielding’in Tom Jones’una değinir ama bunların ilk romanlar olduklarını iddia etmez. Özetle, ilk roman veya çağlar ve sınıflar arası mücadele Bahtin’in konuları arasında değildi. Bahtin, poetika itibariyle romanı diğer yazı türlerinden ayırdetmeyi sağlayacak biçimsel araçları tespit etmekle daha çok ilgileniyordu. Bundan dolayı da Bahtinci bir bakışta ilk romanın hangisi olduğunun pek bir önemi kalmıyor.

Roman teorilerinin biçimci ve tarihselci iki tipe ayrılabileceğini siz de fark etmişsinizdir. Her iki tip teorinin kendi erdemleri olsa bile özellikle sosyal bilim çalışmalarına elverişlilik bakımından yüzde yüz bir yeterliliğe sahip olduklarını söyleyemeyiz. Biçimci yaklaşım bize romanı bir poetik metin olarak okumayı öğretirken tarihselci yaklaşımlar romanın içi ile dışı arasındaki bağıntıları tespit etmemize yardım ederler. İlk romanın hangisi olduğu meselesi de aslında her iki teorik konfigürasyonun haklılık derecesini ölçmeye, kendileri açısından sağlama yapmaya yarıyor. Ayrıca, romanı bir sosyal eylem olarak sosyolojiye açıyor.

Ne var ki, bizde henüz emekleme aşamasındaki roman teorisi, en gelişkin Batılı yazarlar elinde dahi kesinleşmiş kanıtlara sahip olmaktan uzak. İlk romanın tespiti bu yüzden çoğunlukla yazarın dünya tarihini yorumlama şeklinin tasviridir, ki bu da çoğunlukla Batı Avrupa’nın neden dünyanın geri kalanını yönetecek bir güce eriştiğinin haklılaştırması işlevi görür. Romanın Batılı bir icat olduğunda hemfikir sayılırız; ama bugün bildiğimiz anlamda romanın doğuşuna yol açan sosyal eylemleri, tarihî vakaları doğru tespit ettiğimizden emin olamayız.

 

KAYNAKLAR

Auerbach, E. (2019). Mimesis: Batı edebiyatında gerçekliğin tasviri (H. Belen ve H. Ertürk, Çev.). İthaki.

Bahtin, M. (2004). Dostoyevski poetikasının sorunları (C. Soydemir, Çev). Metis.

Bahtin, M. (2005). Rabelais ve dünyası (Ç. Öztek, Çev). Ayrıntı.

Bakhtin, M. (2001). Karnavaldan romana: Edebiyat teorisinden dil felsefesine seçme yazılar (S. Irzık, Çev.). Ayrıntı.

Cervantes-Saavedra, M. (2021). La Mancha’lı yaratıcı asilzade Don Quijote (B. Karakaş, Çev.). Alfa.

Defoe, D. (2021). Robinson Crusoe (F. Kâhya, Çev.). Türkiye İş Bankası Kültür.

Girard, R. (2001). Romantik yalan ve romansal hakikat: Edebi yapıda ben ve öteki (A. E. İldem, Çev.) Metis.

Girard, R. (2004). A theater of envy: William Shakespeare. St. Augustines Press.

Goldman, L. (2005). Roman sosyolojisi (A. Erkay, Çev.). Birleşik.

Lukacs, G. (2019). Roman kuramı (C. Soydemir, Çev.). Metis.

Meriç, C. (2005). Kırk ambar, cilt 1: Rümuzü’l-edeb, İletişim.

Parla, J. (2017). Don Kişot: Yorum, bağlam, kuram. İletişim.

Parla, J. (2021). Don Kişot’tan bugüne roman. İletişim.

Watt, I. (2022). Romanın yükselişi: Defoe, Richardson ve Fielding üzerine incelemeler (F. B. Aydar, Çev.). Metis.

Watt, I. (2021). Modern bireyciliğin mitleri: Faust, Don Quijote, Don Juan, Robinson Crusoe (M. Doğan, Çev.). Boğaziçi Üniversitesi.

Etiketler
Cervantes Don Kişot Robinson Crusoe Daniel Defoe Cemil Meriç Georg Lukács Jale Parla René Girard Lucien Goldmann Erich Auerbach Ian Watt