Bir yüzleşme yahut Muhsin Yazıcıoğlu


2007 senesinin son aylarında Teşkilat-ı Mahsusa’nın önemli isimlerinden Süleyman Askeri Bey hakkında bir yazı dizisi hazırlıyordum. Öncesinde Osmanlı’nın Irak’tan çekilişini anlatan bir belgeselin yapımına küçük bir katkım olmuştu, ardından Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ni anlatan başka bir belgeselin metnini yazmıştım, oradan biliyordum Süleyman Askeri Bey’i. Hayat hikayesi beni çok etkilemişti. Tek amacım, Süleyman Nazif’in tabiriyle “vatanı için vatanından başka her şeye isteyerek ve gülerek veda etmiş” olan bu genç Osmanlı subayının Trablusgarp’tan, Batı Trakya’ya oradan da Irak’a değin uzanan hayat hikayesinden mümkün olduğunca çok insanı haberdar etmekti. Öldüğünde henüz 32 yaşındaydı. 12 Nisan 1915’te Basra’da gerçekleşen bir İngiliz baskını esnasında teslim olmamak için silahında kalan son kurşunla kendini vurmuştu. Bu sahne zihnimden bir türlü çıkmıyordu. 

Beklenmeyen telefon

Beş ayrı yazı yazdım ve son yazımın altına, “Keşke Süleyman Askeri Bey’in kabrini Türkiye’ye getirme imkanımız olsaydı,” diye not düştüm. Bu yazım yayınlandıktan sonra ne olduğuna inanamayacaksınız. Henüz aradan birkaç saat geçmişti ki, 312’li bir numara beni aradı. Telefondaki ses bir kadına aitti. Çok kibar ve dostane bir şekilde halimi hatırımı sorduktan sonra bana Muhsin Yazıcıoğlu’nun sekreteri olduğunu ve Muhsin Bey’in benimle görüşmek istediğini söyledi. Gerçekten çok şaşırmıştım. Muhsin Bey, yazılarımı okumuştu ve Süleyman Askeri Bey’in kabrinin Türkiye’ye getirilmesi ya da onarılması konusunda neler yapılabileceği ile ilgili benimle konuşmak istiyordu. O esnada İzmir’deydim. O da zaten, 1 hafta sonra İzmir Alperen Ocakları’nın düzenleyeceği kahvaltılı bir toplantıya gelecekmiş. Sekreteri, eğer bu kahvaltıya katılırsam çok mutlu olacaklarını söyledi. Reddedemezdim elbette. Siz olsanız reddedebilir misiniz? “Tabii, orada olacağım inşallah,” diyerek kapattım telefonu. 

Ancak o bir haftayı nasıl geçirdim bir ben bilirim, bir de Allah. Oturuyorum, kalkıyorum, aklımda sürekli Muhsin Bey’le yapacağım görüşme. Günleri, saatleri sayıyorum. Heyecandan öleceğim neredeyse. Bir zamanlar düşman olarak gördüğüm birinin yanına gideceğim çünkü. Üstelik kendi ayaklarımla. Acaba gitmesem mi diye aklımdan geçiriyorum ama gelirim dedikten sonra gitmemek de tuhaf olacak. Evet eski ben değilim artık. 8-9 sene geçmiş yaşananların üzerinden. Ama yine de çok huzursuzum. Çünkü biliyorum ki, bu şimdiye kadar yaşadığım en büyük yüzleşme olacak. Ben geçmişin hesabını ilk kez o gün kapatacağım aslında. Son noktayı o kahvaltıda koyacağım. Ama öyle hazırlıksızım ki. Öylesine beklenmedik bir anda gelivermiş ki o telefon. 

13 Ocak sabahı bana verilen adrese gittiğimde, salon tıklım tıklımdı. Çok büyük bir nezaketle karşılanarak, bir masaya oturtuldum. Derhal gayet mütevazı bir kahvaltı servis edildi önümüze. Düşünün halimi, bir vakitler sokaklarında “Faşizme ölüm!” diye sloganlar attığım şehirde, oturmuşum yüzlerce ülkücüyle birlikte kahvaltı yapıyorum. Yanımda benden yaşça hayli büyük bir beyefendi var, İzmir’deki ülkücü hareketin kıdemli isimlerindenmiş. Yaşıyorsa Allah ömür versin, vefat ettiyse rahmet dilerim. O bir şeyler anlatıyor. Sadece bana anlatmıyor elbette. Masada en az 13-14 kişi daha var. Aralarında konuşuyorlar, bense heyecanımı belli etmemeye çalışarak dinliyorum onları. 

Sonra Muhsin Bey gelerek masasına geçti. Kısa bir ân göz göze geldik. Ve hemen ardından birisi yanıma gelerek, eğer kahvaltımı bitirdiysem Muhsin Bey’in beni masasına davet ettiğini söyledi. Bütün cesaretimi toplayarak ayağa kalktım ve yanına gittim. Aslında çok da uzağımda değildi, belki sadece 20 metre. Ancak o 20 metre hayatımın en uzun yollarından birisiydi sanki benim için. Yürüyorum, yürüyorum, insanların arasından geçmeye çalışıyorum, bir türlü varamıyorum o masaya. 

Neyse sonunda yanına gittiğim zaman, Muhsin Bey gülümseyerek bana “Hoş geldin,” diyerek masaya buyur etti. Ben de hafifçe gülümsedim ve “Hoş bulduk, çok teşekkür ederim” gibilerinden bir şeyler söyledim. Muhsin Bey, beni yanına oturttu ve salonda bulunanlara yönelik bir konuşma yapmaya başladı. Önce Süleyman Askeri Bey hakkında yazımdan bir parça okudu, ardından Süleyman Askeri Bey’in Irak’ta bulunan kabrinin bakımsızlığından duyduğu üzüntüyü dile getirdi. Derhal, o esnada yanımızda bulunan Alperen Ocakları İzmir Başkanı’na talimat vererek, kabrin getirilmesi için Türkiye çapında bir imza kampanyası başlatılmasını söyledi. Ve toplanan imzaları meclis gündemine getirmeyi planladığını ilave etti. Sonra bana dönerek, kabrin Türkiye’ye getirilmesi ya da en azından Türkiye’de bir anıt mezar yapılması için elinden geleni yapacağını anlattı.

Başbağlar katliamını yapanlar nerede?

Ben, Muhsin Bey konuştukça üzerimdeki heyecanı ve gerginliği atmıştım epey. Ama acaba şu anda dışarıdan nasıl görünüyorum, eski arkadaşlarımdan birisi beni görse ne düşünürdü? diye aklımdan geçirmeye devam ediyordum bir yandan. Aslında geçmişte neler yaşadığımı ve hangi duygularla oraya geldiğimi ona anlatmayı istedim bir an. Ama pat diye yüzüne karşı “ben eskiden sizi öylesine düşman bellemiştim ki, o yüzden şimdi neler hissettiğimi bir bilseniz” nasıl diyebilirdim? Söylerdim söylemesine ancak eskiye dair hiçbir şey konuşmak istemiyordu canım. Ortak bir duyguda buluşmuştuk, bu büyük bir mucizeydi benim siyasi hatalarla ve aptallıklarla dolu kişisel tarihim açısından. Ve o an umurumda olan sadece bu ortak duyguydu.  

Sohbetimiz bir saate yakın sürmüş, Sivas ve Başbağlar hakkında da biraz konuşmuştuk. Tuhaf ama bende Başbağlar Katliamı’na dair hiçbir iz yoktu. 3 gün öncesinde yaşanan Sivas Katliamı’nı duyduğum an, nerede olduğumu, hatta evde hangi koltukta oturduğumu bile hatırlıyordum oysa. Liseye yeni başlamıştım, Madımak Oteli’ni alevler içerisinde yanarken gördüğüm zaman günlerce ağlamıştım. Hatta sinirimden okul açılır açılmaz, gidip din kültürü öğretmenimize sataşmış, adeta yaşananlardan onu sorumlu tutmuştum. Şimdi ettiğim terbiyesizlik aklıma geldikçe üzülüyorum, Necdet Hoca isminde epey yaşlıca bir adamcağızdı. Dersinde yok yere “Sivas’tan haberiniz var mı?” diye karşısına dikildim, tuhaf hareketler yaptım, sonra kapıyı çarpıp çıktım. “Lütfen benden özür dilesin” demiş, inadımdan özür falan da dilemedim elbette. Yine de geçirdi beni o dersten.   

Başbağlar Katliamı’na dair ise hiçbir şey yoktu zihnimde. O gün ne yaptığımı hiç hatırlamıyorum.  Sivas, ben ve benim gibi pek çok gencin hayatında büyük bir dönüm noktası olmuş, binlerce genç sırf bu yüzden aşırı sol örgütlerin ağına düşmüştü. Başbağlar Katliamı ise sessiz sedasız geçiştirilmişti hayatlarımızdan. Muhsin Bey, Madımak Oteli’ndeki pek çok insanın hemen arkada bulunan BBP binasına sığınarak hayatını kurtardığını söylüyordu. Bunu, o zaman asla bilmiyordum mesela. Kimse söylememişti çünkü. Hoş, söyleyen olsa da inanmazdım büyük ihtimal. Masum insanların alevler arasında can verdiği, Müslümanlara kurulan böylesine alçakça bir komplo içerisinde, düşmanımın kim olduğunu çoktan belirlemiştim ben çünkü.  Başbağlar Katliamı’nı yapanların yakalandıktan 3 gün sonra serbest bırakıldığını da bilmiyordum elbette. Önce serbest bırakıldıklarını, bir süre geçtikten sonra tekrar aranmaya başladıklarını söylüyordu Muhsin Bey. Artık ara ki bulasın katilleri. Başbağlar’da katledilen 33 kişiyi düşündükçe öyle utanıyorum ki bugün. Onlar için de ağlamam gerekiyordu, 15-16 yaşlarımın masumiyeti ile onların katillerine de lanet okumam gerekiyordu çünkü. Masumiyetimize ne büyük leke sürmüşler, haberimiz olmamış. 

Durun kapanmayın pencerelerim, güneşimi kapatmayın

Sonradan duydum, Muhsin Bey yazı yazdığım internet sitesinin sahibini aramış ve beni sevdiğini anlatmış. Çok daha gençtim tabii o zaman, tanıdığıma çok memnun oldum, ne hoş genç bir kardeşimiz gibi şeyler söylemiş. Üstelik nasıl bir geçmişten geldiğimi zaten biliyormuş meğerse. 

Birkaç ay sonra Muhsin Bey’in helikopterinin düştüğünü öğrendiğim zaman, sekreterinin beni ilk kez aradığı o gün olduğum evdeydim yine İzmir’de. Kahvaltı yaptığımız salona birkaç kilometre uzaktaydı sadece. Hava kararmaya başlamıştı, içim çok sıkılıyor ama umut etmeyi sürdürüyordum. Pencereden dışarıya baktım uzun süre, bir vakitler sokaklarda olan koşturmalarımızı, polisten kaçışlarımızı düşündüm. 

O geceyi hiç unutmuyorum. Sabaha kadar “Üşüyorum” şiirini dinledim sayısız kez. Bir de Ahmet Kaya’dan “Olmasaydı Sonumuz Böyle”yi… Durun kapanmayın pencerelerim, güneşimi kapatmayın, beton çok soğuk, üşüyorum.. Gözüm yaşarıyor, yüreğim kanıyor, olmasaydı sonumuz böyle… Pencereden dışarı bakmaya devam ederken, savaş meydanında yapayalnız kalmış gibi hissediyordum kendimi. Seneler boyunca, ona karşı duyduğum öfke sayesinde kendime adeta bir kimlik devşirdiğim adam ansızın gitmişti işte. Üstelik boşluk bırakarak gitmişti. Ben bu hikayenin sonunun böyle olacağını 40 yıl düşünsem bilemezdim. Böylesine üzüleceğim asla ama asla aklıma gelmezdi.

Hiç uyumadım. Nasıl uyunur? Zihnimden bir trenin kompartımanları gibi bir sürü görüntü geçiyordu peş peşe. İnsan yüzleri ve olaylar. Süleyman Askeri Bey ve Osmanlı… Cumhuriyet ve 70’ler, 80’ler ya da 90’lar…Üniversite olayları, ölüm oruçları… Sivas, Başbağlar... Solcular, ülkücüler ya da İslamcılar. Yabancı istihbarat örgütleri, Abd, İngiltere, Nato…Siyasetçiler, şairler, yazarlar. Sonra tüm bu kargaşanın ardından Muhsin Bey’in gülümseyerek “hoş geldin” demesi. O gülümsenin ardından benim de hiç tavır falan yapmadan, otomatik olarak gülümsemem ve “hoş bulduk” demem. Geçmiş kavgalarımız mıydı gerçek olan, yoksa o gülümsemi mi? Herşey çok tuhaftı.

Sabaha karşı ezan okunurken, artık pencereden dışarı bakmayı bırakıp bir yazı yazdım. Bir vakitler, faşist diye damgaladığım, ölesiye nefret ettiğim bir adamın arkasından hem ağlıyor, hem yazıyordum. Ben karşılaşmamızın zor olacağını düşünmüştüm, meğerse asıl zor olan gidişinin arkasından yaşayacağım duygularla baş etmekmiş. Perdeyi çektim, televizyonu ve müziği kapattım. Beni etkilemesi muhtemel bütün dış etkenlerden arınarak, kalbimin sesini dinlemek istedim sadece. İlk cümleden son satırına kadar gözyaşları içerisinde, ellerim titreyerek yazdım. Bu benim hayatım boyunca yazdığım en zor yazıydı. Ben şimdiye daha zor, daha acı verici bir yazı hiç yazmamıştım. Çünkü yapayalnız kaldığım o savaş meydanından çıkarak yoluma devam edebilmem için bıçağı kendi kalbime saplamam gerekiyordu.

Etiketler
Muhsin Yazıcıoğlu Yüzleşme Peren Birsaygılı Mut Başbağlar Katliamı Sivas Yaşam Sivas Katliamı