Ceviz ağacının altında
Henüz ilkokula gidiyordum. O zamanlar Bodrum’da oturuyorduk. Ve bir gün çok büyük bir hadise oldu. Cem Karaca sürgünden döndü. Sonradan öğrendiğime göre, senelerdir Türkiye’de yasaklıymış meğerse. Ve ilk konserini de Bodrum Kalesi’nde verecekmiş. Bütün bu heyecanın sebebi buymuş yani. Ama çevremdeki herkeste nasıl bir heyecan var anlatamam… Konser akşamı gelip çattığında, babamın elinden tutmuş Bodrum Kalesi’ne doğru yürürken, hayatımda ilk kez bu kadar çok insanı bir arada görmüştüm. Birkaç çocuk da ailelerini kaybetmiş; hatta o insan selinin ortasında eziliyorlarmış az daha.
Her neyse; Cem Karaca sahneye çıkmış ve bir sürü şarkı söylemişti sonra. İnsanların sanki hayatları boyunca bu ânı beklemiş gibi bir hali vardı. Bazen gözleri dolu dolu eşlik etmişlerdi şarkılara, bazen de gülümseyerek. Hop oturuyor, hop kalkıyorlardı. Benim bütün bu hengamenin ortasında en çok aklımda kalan şarkı ise Ceviz Ağacı’ydı. Çocuk olduğum için ezberlemesi kolay gelmişti herhalde. Günler boyunca, sabahtan akşama kadar kendi kendime “Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda… Ne sen bunun farkındasın ne de polis farkında,” diye mırıldandığımı hatırlıyorum. Ceviz ağacı, bir tür meydan okumanın simgesi haline gelmişti bizim neslin çocukları için.
Ve bizler büyüdükçe, o ceviz ağacının altı da büyük bir kalabalıkla dolacaktı. Vitrinleri ithal ürünlerle dolu dükkanlar çoğalmıştı. Barbie isminde, sarı saçlı ve hiçbirimize benzemeyen tipte bir bebek çıkmıştı. Amerikan pasajları açılmıştı. Bazı insanlar, dövizin dalgalanmalarını takip etmeyi ciddi ciddi kendilerine meslek edinmişlerdi. Bizim ceviz ağacımızın altı ise, bütün bu renkli hayatların dışında kalan insanlarla doluydu. “Ustam geldi, sırtıma vurdu, unut dedi romanları… İşçisin sen işçi kal giy dedi tulumları,” diye bir şarkı da söylemişti o akşam Cem Karaca. İşçiyi, emekçiyi, yoksulu temsil eden bir delikanlının kavuşamadığı aşkının hikâyesiydi bu. Bir de tütün sarma işinde çalışan fabrika kızımız vardı. Gün doğarken, her sabah kapımızın önünden geçiyor ve başı önde yorgunca, köşeyi dönüp kayboluyordu. Çoluk çocuğuna helal rızık götürmek için çalışan binlerce adam vardı o ağacın altında. Yerin bilmem kaç altındaki maden ocaklarında, ışık yüzü görmeden kazma sallayan adamlar, sabahın köründe yollara düşen kadınlar vardı. Ve eğer bir davamız olacaksa, bu insanların davasıyla aynı olmalıydı. Onların uzağına düşmemeli, duygularından veyahut ihtiyaçlarından bihaber olmamalıydık. Davamızın temelinde de ideolojik ezberler değil tamamen bu ahlaki ölçü olmalıydı. Yaptıklarımızla savunduklarımız arasında çelişki olmaması için ihtiyaç duyduğumuz tek şey buydu. Ve eğer devrimci olunacaksa, bunun da tek yolu bu ahlaki ölçüydü zaten.
Ancak o vakitler hiç hesap etmediğimiz bazı gerçekler, zamanla birer birer karşımıza çıktı. Her şeyden evvel, Türk solu çok büyük oranda sınıfta kaldı. Maskeler düştü, herkesin gerçek yüzü kabak gibi ortaya çıktı. Buna rağmen hâlâ kuyruğu dik tutmaya ve millete akıl vermeye devam ediyorlar. Osman Kavala gibilerinin karşısına çıkarak, sahip olduğu o büyük gücün, paranın ve ilişkilerin kaynağını soracağı yerde, kuyruğuna takılan kimseden öğrenecek bir şeyimiz olamaz oysa. Bize sol diye pazarladıkları su katılmamış bir Batıcılıktan başka bir şey değil çünkü. Bizler tamirci çırağının, fabrika kızının yanında durmaktan bir an olsun vazgeçmedik. Dünyayı ezilenler lehine daha güzel bir yer haline getirme hayalimizi de koruyoruz hâlâ. Onlar ise, hem Batı’nın tefeci-bezirgan düzeninin sözcülüğünü yapıyorlar hem de bize küfretmeye devam ediyorlar.
Gezi’de yer almadık ya da sosyal medyada hesaplarımızda –afedersiniz gerizekalı gibi- Osman Kavala bilmem kaç gündür hapiste diye yazmadığımız için bize dair ne varsa aşağılıyorlar. Solcu görünümlü bu liberallerin, kapitalistlerin ve Batıcıların, küresel sermayenin ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yaradıkları var mı? Bize kapitalizmi yenecek alternatifler sunmak yerine, kapitalizmin beşiği batı ülkelerinden nasıl daha fazla fon alacaklarının derdine düşmüşler. Çünkü zaten tamamen bu küresel sistemin bir parçası haline geldiler ve bütün çırpınışları da, pastadan bir dilim daha alabilmek.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde büyük bir hırsızlık yapıldığı ortaya çıkmasına rağmen hırsızları savunmaya çalışmalarının sebebi de bu. Onlar için önemli olan işçinin-emekçinin hakkı değil, batı destekli bu tefeci düzeninin devamı. Emek-dayanışma-özgürlük gibi süslü laflarla meydanlara çektikleri gençleri, kendi menfaat ve hınçları uğruna kullanmakta da bir beis görmüyorlar o nedenle. En üzücü olan ise, bazı gençlerin ortada olan apaçık hırsızlığın üzerine gitmek yerine bunlara kanmaları. Yoksa hiçbir genç mevcut hükümeti desteklemeye mecbur değil. Muhalefet etme haklarını sonuna kadar kullanabilir elbette. Ancak hiçbiri hırsızları savunmak için inmemeli o meydanlara. Hiçbir genç, belediyede kurulan bu yağma ve talan düzeninin sorumluluların cezasız kalması için çıkmamalı sokaklara. Aksine eğer kendilerini devrimci olarak tarif ediyorlarsa, en çok onlar sesini yükseltmeli milyonlarca işçi-memur sabahın köründe yollara dökülürken, çaldıkları paralarla keyif süren bu hırsızlara.