Fıtrat değişir sanma bu kan yine o kandır
1798 senesinde Mısır’da yaşıyor olsaydık eğer… İskenderiye’de örneğin, limana yakın o kutu gibi evlerden birisinde. Bir sabah uyandığımızda, koca Fransız zırhlılarının arsızca karşımızda duruyor olduğunu görecektik. Biz bir kere esmeriz, kara saçlı kara gözlüyüz. Onlar ise sarı kafalı, soluk tenli bir sürü adam. Caddelerimizi, sokaklarımızı istila etmişler. Bazen sadece ıslık çalarak, bazen ise bir şarkı tutturmuş geziniyorlar etrafta. Askeri nişanlar falan asmışlar göğüslerine. Kendi aramızda sürekli konuşuyoruz. Bu adamları, yani bu sarı kafalı, soluk tenli adamları konuşuyoruz.
Eğer 1882 senesinde yaşıyor olsaydık Mısır’da, bu kez de İngilizleri bulacaktık karşımızda. “Süveyş Kanalı’ndaymış gözleri” diye anlatacaktık birbirimize. Bizim fukaralığımızın yanında daha da göze batan, en pahalı kumaştan dikildiği belli paltolarla gezen adamlar hepsi de. İngiliz aristokrat ailelerin Doğu’nun belli başlı şehirleriyle ticaret yapmak üzere kurduğu bilmem ne şirketinin temsilcileri de başlar yakında gelmeye. Birbirleriyle şıklı yarışına giren ve suratlarına aynı marka pudra süren karıları ve metresleri, ucu Kanada’dan Güney Afrika’ya ve Hindistan’a kadar uzanan servetlerine, Akdeniz yolu üzerinde yeni bir durak eklemek için çıkacakları seyahat öncesi yalandan gözyaşı dökerek uğurlar onları. Sıcak ülkelere gidecekler. Cehennemin dibine gitselermiş keşke, orası daha sıcaktır.
Önce babası Abdülkadir Bey’den, sonra da Şeyh Selim Tayyâr ve Şeyh Ahmed Ervâdi isimli iki farklı hocadan tefsir, hadis ve fıkıh dersleri alan İzzeddin el Kassam, henüz 14 yaşında Suriye’nin Lazkiye ilçesine bağlı Cebele kasabasındaki evinden ayrılıp Kahire’ye geldiğinde, Ezher 100 senedir böyle bir mücadeleye şahitlik ediyordu. İslam dünyasında yaşanan sömürünün en önemli sahnelerinden birisiydi Mısır. Ve bu mücadelenin en önemli merkezi de dünyanın dört bir yanından talebelerle dolu Ezher Medresesi’ydi.
İzzeddin sömürgeciliğe karşı direnişin merkezinde: Ezher
Ezher, Mısır ve Arap dünyasında yükselen sömürgeciliğe karşı büyük bir öncü role sahipti. Çocuk yaştaki İzzeddin, işgalcilere karşı gösterdikleri kahramanca direnişle birer efsane haline gelen ve Fransızlar tarafından idam edilen İsmail el-Beravi, Ahmed el-Şerkavi, Abdülvehhab eş-Şebravi, Yusuf el-Musalihi ve Süleyman el-Cevsâki gibi Ezher şeyhlerinin silinmeyen hatıraları ile aynı çatı altındaydı artık.
O Ezher’e gelmeden 100 sene öncesiydi. Napolyon liderliğindeki Fransızların Mısır'ı işgalinden üç ay sonra yani 31 Ekim 1798’de, Birinci Kahire Devrimi patlak vermiş ve Ezher şeyhleri, her ezan sonrası günde beş kez halkı Fransızlara karşı direnişe çağırmaya başlamışlardı. Aynı anda binlerce Ezher talebesi de sokaklara dağılmıştı. Kahire’deki 400’den fazla caminin minaresinde aynı direniş çağrısı yineleniyordu: Kafir Fransa. Bu çağrı, derhal geniş bir halk tabanında yankı bulmuştu. İslam dinine saygı duyduğunu iddia eden Napolyon’un maskesi düşecek, yalanları ortaya çıkacaktı artık. Zira Fransız Devrimi esnasında kiliseye bağlı binlerce kişiyi kılıçtan geçirerek Seine Nehri’ne atan askerler, ki insan cesetleri günlerce nehirde yüzmüştü, onun emriyle Ezher Camii’ne baskın düzenleyerek, diğer pek çok kitapla birlikte Kuran-ı Kerim’i de parçalamışlardı.
Ezher’de 100 seneden bu yana süren direniş geleneğinin, İzzeddin’in kişiliğinin oluşumu üzerinde büyük bir etkisi vardı. Baba evinde aldığı eğitime, burada gördüğü İslami ilimler dersleri eklendiğinde, güçlü bir düşünce birikime sahip olmuştu zaten. Ancak hepsinden de önemlisi, sadece Cebele’de değil geniş bir bölgede şahsiyetiyle meşhur olan Kadiri şeyhi bir babanın yani Abdülkadir Kassam’ın oğlu olan İzzeddin, yetişkinliğe geçiş döneminde yine tıpkı babası gibi güçlü şahsiyetlerin ders halkasına dahil olmuştu. İlk dönemde Fransızlara karşı mücadele eden Ezher şeyhleri, bu kez İngiliz işgaliyle karşı karşıyaydılar. Yakın bir gelecekte ilan edilecek Balfour Deklarasyonu’nun ve Filistin’e başlayacak Yahudi göçünün arkasındaki en önemli güçlerden olan Rotschild ailesi de Mısır’da İngilizlerin yanında karşılarına dikilmişti.
Bu arada İzzeddin Ezher’e gelmeden birkaç sene önce Ernest Renan isimli bir Fransız filozof ve tarihçi, Sorbonne Üniversitesi’nde verdiği bir konferansta, Müslümanlara yapılacak en büyük iyiliğin onları dinden kurtarmak olacağını zira Müslümanların ancak bu şekilde ilerleyebileceklerini söylemişti. Yani Renan’a göre İslam terakkiye maniydi ve Müslümanlar da cahil kalmaya mahkûmdular.O vakit, Ernest Renan’ın sözlerine karşılık, Namık Kemal, Cemaleddin Afgani, Ali Ferruh, Emir Ali ya da Reşid Rıza gibi önemli Müslüman düşünürler tarafından pek çok reddiye yayınlandı. Reddiyeleri yazanların bir kısmı İstanbul’dan seslenmişti Renan’a, bir kısmı ise Ezher’den. Ve İzzeddin, sömürgeciliğin yarattığı tahribatı çok iyi bilen Ezher şeyhlerinden aldığı dersler sırasında, İslam topraklarını parçalayarak, düşmanlarına karşı güçsüz bırakan her türlü belayla mücadeleye yönelik büyük bilinç kazanıyordu.
İzzeddin ve Akif ortak haysiyet kavgasının içinde
Mısır’da olan bitene tanıklık eden genç nesil içerisinden çok önemli Müslüman direnişçi ve düşünürler yetişmişti. İşgale karşı dergi ve gazeteler de çıkmaya başlamıştı artık. Bunlardan birisi olan el-ʿUrvetü’l-vüs̱ḳā, Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh tarafından, işgalden 2 sene sonra yani 1884 yılında çıkarılmaya başlanmıştı. Mısır’da el-Menâr isminde bir dergi çıkaran Reşid Rızâ da Afgani-Abduh çizgisinden gelen ıslahatçı bir düşünürdü. El- Menâr dergisinin, Balkanlar’dan, Kuzey Afrika’ya, Suriye, Hicaz, Irak, Yemen, Kafkasya ya da Kırım’a kadar uzanan çok geniş bir muhabir ağı vardı. Bu muhabirler vasıtasıyla, oralardan gelen yazıları ve haberleri yayınlayarak Müslümanlar arasındaki fikir alışverişini güçlendiriyordu. Aynı zamanda Reşid Rıza, Muhammed Abduh ya da Ferid Vecdi gibi önemli İslamcı düşünürlerin yazıları da dergide çevrilerek, bu coğrafyalara ulaşıyordu.
Bu yayınların, aynı senelerde Ezher’de eğitimine devam eden İzzeddin’in fikirlerinin güçlenmesinde büyük bir etkisi olduğu şüphesizdi. Ve 14 yaşına başladığı eğitimine yaklaşık 21-22 yaşına kadar burada devam edecekti. Günümüzün lise, üniversite eğitimine denkti Mısır’da geçirdiği seneler.
Bu arada İzzettin Ezher’deki eğitimini tamamlayıp ailesinin yanına döndükten kısa süre ilan edilen 2.Meşrutiyet ile özellikle matbuat alanında büyük bir hareketlilik başgöstermiş, onlarca yeni gazete ve dergi çıkmaya başlamıştı. Bunlardan birisi, Eşref Edip ve Ebulula Zeynelabidin (Mardin) tarafından kurulan ve başyazarlığını Mehmed Akif’in yaptığı Sırât-ı Müstakîm dergisiydi. Dergi, daha sonra 1912 senesinde Sebillürreşad adını alacak ve “Âlem-i İslâm” başlıklı ayrı bir bölümde Hindistan, Mısır, Afganistan, Rusya gibi diğer yerlerde yaşayan Müslümanlarla ilgili konuları gündeme getirecekti. Mehmed Akif’in Fatih Camii ya da Ezanlar, Küfe gibi pek çok önemli şiiri de ilk burada yayınlanmıştı.
Tarihin en kritik dönemlerinden birinde Ezher’den mezun olan, Suriye’ye dönen ve önce burada Fransızlara karşı, ardından da Filistin’de İngilizlere karşı bir devrim başlatarak, yoksul halka liderlik edecek İzzettin, Akif ile aynı haysiyet kavgasının orta yerindeydi artık. Cebele’de babasının medresesinde müderrislik yaptığı sırada, Trablusgarp’ın İtalyanlar tarafından işgal edildiğini duymuştu. Mısır ve Tunus üzerinden Trablusgarp’a sızan genç Osmanlı subayları, bölgeye vardıklarında ilk iş olarak bölgedeki aşiret reislerinin desteğini sağlamaya çalışmışlardı. Ve Şeyh Senusi liderliğindeki Senusi tarikatı ve Osmanlı subayları, birlikte işgale karşı amansız bir mücadele veriyorlardı. Mutlaka destek olmalıydılar onlara. İzzeddin, Trablusgarp’a gitmek için 250’ye kadar gönüllüyü bir araya getirmekle kalmamış, para ve yardım malzemesi de temin etmişti. Üstelik toplanan gönüllülerle beraber, Trablusgarp direnişini desteklemek için bir de marş yazmışlardı. Akif ise o sırada Sırât-ı Müstakîm’i dergisinde üst üste yazılar yazıyor, adeta tek başına bir ordu gibi mücadele ediyordu Trablusgarp işgaline karşı.
İzzeddin, aniden Balkan Savaşı’nın çıkması ve İtalyanlarla Uşi Antlaşması’nın imzalanması nedeniyle, Trablusgarp’a gidememişti ancak birkaç sene sonra 1.Dünya Savaşı başladığında, garnizon imamı olarak, Osmanlı saflarında görev alacaktı cephede. Akif’in “Eski Dünyâ, yeni dünyâ, bütün akvâm-ı beşer.
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer” diye tarif ettiği o mahşerin tam orta yerindeydi. “Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor;
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!” diyordu Akif. İzzeddin, yaralanmış temiz alnından, uzanıp yatan onlarca şehidin cenaze namazını kıldıracaktı.
1873’te imparatorluğun başkenti İstanbul’da doğan Akif’le, ondan 10 sene sonra Cebele’de doğan İzzettin, aynı haysiyet çizgisi üzerinde yürüyen iki yoldaş olmuşlardı. 1.Dünya Savaşı’nda Çanakkale ve Kut-ul Amare zaferlerinden sonra üçüncü büyük direniş destanı olan Medine müdafaası’nda da aynı ruhla, yan yanaydılar. “Kut’ül Amare ve cehennem eğer benim olsaydı, herhalde Kut’ül Amare’yi satar cehennemi muhafaza ederdim” diyordu İngiliz General Townshend anılarında. Süleyman Askeri Bey, Ocak 1915 tarihinde Dicle kıyısında keşif yapan İngiliz kuvvetleri ile girdiği çatışmada her iki ayağından da yaralanmasına rağmen özel olarak hazırlanmış bir sedyenin üzerinde 9000 kişilik birliğe kumanda ediyordu Kut’ül Amare’de. Fahreddin Paşa kumandasındaki 2 yıl 7 ay süren Medine Müdaafası’nda ise, askerler hastalık ve açlığa karşın kimi zaman çekirge yiyerek ayakta kalmışlardı.
1.Dünya Savaşı bittikten ve Osmanlı binlerce şehit bırakarak bölgeden çekildikten sonra da aynı ortak ruh ile mücadele etmeye devam etti İzzettin ve Akif. Suriye Fransızlar tarafından işgal edilmişti. İzzettin, doğup büyüdüğü topraklara dönerek, tıpkı Trablusgarp’ta olduğu gibi gönüllülerden bir birlik oluşturmuştu tekrar. Ve gönüllülerin başında Fransızlara karşı büyük bir direniş başlatmıştı. Akif ise, İzzettin’in senelerinin geçtiği Mısır’a gitti. Ve İsmailiye kentinde, her tarafından yoksulluk akan bir evde, Hasan el Benna ve 7 arkadaşı tarafından kurulan ve Ezher direniş geleneğinin devamı olan İhvan-ı Müslimin hareketi ile ilişki içine girdi.
İzzettin ise bir süre sonra Suriye’den gizli yollardan, Filistin’e geçti ve Hayfa, İstiklal Camii’nde İngilizlere karşı büyük bir haysiyet ayaklanması başlattı. Yanındaki 14 mücahiti ile, 400 İngiliz askerine karşın sabaha kadar Allahuekber nidaları eşliğinde, son kurşununa kadar savaşarak şehit düştüğünde, tarihler 1935 senesini gösteriyordu. Akif ise İzzeddin’den tam 13 ay sonra bir zamanlar imparatorluğun başkenti olan İstanbul’da kaybedecekti hayatını. Birbirlerini hiç görmemiş ancak hayatları boyunca ortak bir ruh ile mücadele etmiş bu iki adamın bu dünyadan çekilerek ebedi âleme irtihal etmeleri de peş peşe olmuştu.
7 Ekim’den bu yana süren Gazze direnişinde de aynı ruhu görmüyor muyuz bugün? En ağır bedeller karşısında bile pes etmeyen, yorulmayan ve dimdik ayakta durmaya devam eden İzzeddin ve Akif’in ruhu. Bugün onurlu Gazze halkının gözlerinden bize bakmaya devam ediyor.