Türkiye'de yaşamak: Ayağını yere basmak


“2023’te bunlar gelirse ben ülkeden gidiyorum!”

“İstanbul’un her yeri Arap doldu. Bu kiralar ondan böyle.”

“Bu şehirde yaşadığınızı mı sanıyorsunuz siz?”

“Türk milletinde eskiden bir nezaket vardı artık herkes fırsatçı herkes kolpa!”

Müzikle uğraşmaya başlarsam remixlerime katacağım bu cümleleri en yakınımızdaki insanlardan sürekli duyuyoruz. Aile fertleri, yakın arkadaşlar, yakın olmayan arkadaşlar, Uncular’daki balıkçı, Ankara’dan iş için gelen memur tanış fark etmiyor. Gelir düzeyi daha yüksek, orta sınıf meslekleri icra eden beyaz yakalı arkadaşlarımız, kuzenlerimiz, abimiz ablamız şimdiden yurtdışında yaşama planları yapıyor 2023’ten sonrası için. Bazıları gitti bile.

Onun haricinde krizin derinleşmesiyle İstanbul’u terk eden arkadaşlarım da oldu. Daha dar gelirliler. Orta sınıfın altına, neredeyse prekarya sınıfına düşen, evinden çıkmak zorunda kalınca şehirden de giden arkadaşlarım. “Sen burada yaşayamazsın, diyorlar resmen bana, kovulmuş gibi hissediyorum,” demişti yakın bir arkadaşım. Üst-orta sınıf yurtdışına giderken, alt-orta sınıf İstanbul’dan gidiyor. Ya da kovuluyor. Yakın ilişkilerimiz, bağlarımız işgal altında. Ekonomik kriz gündelik dertleri çığ gibi büyüterek varlık gösterdiğimiz her alanı gasp ediyor. Peki, bu ülkede gerçekten yaşanmaz mı?

Ayakları yere basan bir yazı yazmak istiyorum günlerdir. Ayaklarım yere bassın istiyorum aslında. Türkiye’de insanın ayaklarının yere basması çok zor bir şey değil gibi görünür ilk bakışta. Bunu neden diyorum? Ülkemizde iklim karasal, Akdeniz ve Karadeniz iklimi olarak ayrılsa da serttir. Gerçekle çarçabuk tanışman, ona göre konumunu sıkılaman gerekir. Sosyal hareketlilik yüzünden ya da kalabalıkların veya siyasilerin akla gelmeyecek manevraları yüzünden zeminin her an kayabilir. Kendini her an göçmen, muhalif, yoksul ya da -düşük ihtimal tabii ama- zengin olarak bulabilirsin. Doğruyu yalandan ayırabilmek için her an konum belirlemen ve bildirmen gerekir. Bunu Avrupa’yı ve şirketinden prim almayı seven beyaz yakalıların dilinden düşürmediği Türkiye’yi yaşanmaz kılan bir sıkıntı olarak zikretmiyorum. Dediğim şu: Türkiye’de yaşamak, yalana sarılıp durmuyorsan, aslında ayağını tam doğru yere basmanı sağlar.

Yapabileceğinin en iyisi budur. Gerçekle tanışan herkes ağır işçidir. Çok çalışıyordur. Acımasız bir dürüstlüğü vardır. Bu site biraz da bu acımasızlığın toplanma ve dönüşme yeri. Eleştiri de öyle. Ama benim kafamı kurcalayıp duran mesele şu: Bu enlem ve boylamlarda yaşamak gitgide zorlaşırken neyi eleştireceğiz? Niye eleştireceğiz? Neyi yazacağız? Niye yazacağız? Bin yıllık bir anlam sorunu.

Yoksul insanların her gün her an yaşadığı şeyi artık çok daha fazla insan etiyle kanıyla yaşıyor. Bu durum, toplumsal görünümlere de kişilerin ruh sağlığına da düşünme biçimlerimize de duygu politikalarımıza da yansıyor. Hayat pahalılığın kendini göstermediği tek bir alan yok. Açlığın nüfuz etmediği tek bir alan yok. Bunu göz önüne almadan ne yapabiliriz? Aslında ahlakın da sanatın da eleştirinin de temeli bu zaten. Ama yazarak ne elde edebiliriz?

Amerika’dan uyguna tedavi olup bir de tatil yapmak, Avrupa’dan kışı rahat geçirmek için Türkiye’ye gelenler, Bulgaristan’dan Edirne’ye doluşup çılgınca alışveriş yapanlar varken; mahallemizde sürekli ev kiralayan Alman İngiliz Romanyalı görüp dururken, işte bu esnada ev sahiplerimizle kanlı bıçaklı olurken eleştiri yapmanın ne manası olacak? Türk halkı olarak çılgınca çalışıp devlete vergi, bankalara faiz verirken eleştirimizin sertliği ve doğruluğu neyi düzeltir? Eleştiri doyurur mu? Açlığı eleştiri mi bitirecek? Yazı yazmaya çalıştığım süre zarfında aklımda döndü bu sorular. Bu yazıyı da birlikte düşünmenin bir yolu olsun diye yazmaya oturdum zaten.

Türkiye’nin kendine özgü sosyolojik koşullarından ötürü nasıl bir hayat yaşayacağınız doğdunuz an belli olmuyor. Dört başı mamur bir çerçeve içinde hareket edemiyorsunuz ömür boyu. Sınıflar içinde katılaşıp kalamıyorsunuz ama lobiler içinde de katılaşıp ölmemek için anlamı da değer duygunuzu da sürekli yenilemek zorundasınız. Burada yazı ne kadar imdadımıza koşacak? Bizi topyekûn değersizleştiren sistem içinde değerimizi mi hatırlatacak? Halkın yararına olur mu yazı? Enflasyonu düşürür mü mesela? Kendimizi var etmekten başka hangi derde derman olur? Varolmak çok önemli, söz söylemek çok önemli ama bu cendereden çıkmak için, işte ne bileyim zamlara bile ses çıkarmak için bir araya gelinememişken, yazı yoluyla bir araya gelmekle hangi eyleme geçecek, hangi gerçeği dirilteceğiz? Bunlar retorik sorular değil. Gerçekten soruyorum.

Eleştiri, yeri geldiğinde kendini de yadsımalı belki. Bu bulanıklıkta sadece eleştiri yapmak, eleştirinin ilkeleri için eleştiri yapmak istemiyorum mesela; çıkış yolu bulmak da istiyorum. Köle olmaya razı mıyız diye sormak istiyorum 2023’e girerken. Sadece mülk olan arsalarımızı, evlerimizi değil düşünce arsalarımızı, mahfillerimizi de satmamak için yoğun çaba harcamamız gerekiyor. Mesela iki günde bir karşımıza çıkan, “ateist İsveç yolsuzlukta sonuncu, Müslüman Türkiye dünya ikincisi” şeklindeki haber görünümlü dayatmalarla birlikte eleştiri daha önem kazanıyor. Çünkü bu ucuz muhalefeti yürütenlere de kapsayıcı şekilde karşı çıkmak gerekiyor. Yolsuzluk konusuna hiç girmiyorum bile. Bu haberin çıktığı kaynakla evi barkı zengin Arap’a satan birbirinden çok da uzak değil. Ama zengin Arap ile savaştan ölmemek için kaçan mülteci birbirinden çok uzak. Anlamayanlara sürekli olarak bunu göstermek, göze sokmak için de gerekiyor eleştiri. Bunun toplumsal ve kültürel yansımalarıyla mücadele etmek için de. Çok kallavi ekonomik meseleleri hâlâ kimlik kavgası olarak servis etmeye çalışanları da unutmayalım.

Hem teknik hem toplumsal değişikliklerden ötürü okumanın, yazmanın, gerçek bir söz söylemenin gittikçe zorlaştığı çağda yazarak direnebilecek miyiz? Eleştiri için ayağımızı yere basmamız gerekiyor, evet. Ama basacak bir yer bulmak için de eleştirinin araçlarından yararlanarak kimsenin girmediği yarıklara girmek gerekiyor. Bir anlamı olacaksa eleştirinin bu olmalı.