Vicdan kavgası
Memleketin zayıf yanlarından İslam’ı sorumlu tutmayı gelenek haline getirmişlerdir. Halbuki elli yıldır İslam bu ülkede kaçak adamın hayatını yaşamaktadır. Ondan önceki yüz sene de boyuna kendi alanını batıcılığın kapladığını görmüştü. Bu durumda hiçbir tarafsız gözlemci yüz elli yıldır başımıza gelenlerden İslam’ı sorumlu tutamaz. Tek sorumlu, İslam değil, anti-İslamcı akımdır. Yüzyıllar içinde İslam’ın yavaş yavaş, istiridye içinde inci doğururcasına bir sabırla kurduğu ve ördüğü kurumları bir anda yok etmişler ve yerine de bir şey koyamamışlardır. Zaten ne koyabilirlerdi ki? İslam’dan boşalan bir yeri ancak hiçlik, yokluk ve ölüm doldurur. Batılıların, İslam olmayan bazı ülkelerin batılılaştığını, fakat Müslümanların bir türlü batılılaşamadığını iddia etmelerinin arkasında bir nevi İslam’ı itham gizlidir. Halbuki batılının anlayamadığı bu tarihi ve sosyal olayın çok acı bir sebebi vardır: Müslüman olmayan ülkelerden batılılaşanlar, içinde bulundukları medeniyet derecesine göre daha yüksek bir medeniyet dönemine girmiş bulunduklarından gerçekten yükselmiş sayılabilirler. Ama Müslümanlar için durum hiç de böyle değildir. İslam’ı bırakarak geçtikleri her yeni medeniyet durumu bir gerilemedir, bir düşüştür. Zaten ruhça düşüşün ve gerilemenin son ucuna varmayan bir toplum, İslam’ı bırakıp da batılılaşma gibi bir değişmenin içine girmez. Bunun olması için, o toplum, demek ki, ne kadar umudunu yitirmiş olmalıdır! Umudunu bu kadar yitirmiş olan bir topluma da batı medeniyetinin verebileceği hiçbir umut, hiçbir şevk ve aşk yoktur. Nitekim, şu anda ülkemizde gerek marksistlerde, gerek öbür batıcılarda umuttan çok umutsuzluk, bezginlik ve ölgünlük sezilmektedir. Söz ve yazıdaki tükenmez demagojinin bir sebebi de bu genel umutsuzluğu maskelemekten başkası değildir.
İslam, yüz elli yıldır devletteki etkinliğini yitirdiği, elli yıldır da devletten koparılmış bulunduğu halde, hâlâ, nasıl olur da bütün başarısızlıklardan onu sorumlu tutarlar? Bu nokta üzerinde derin derin düşünüldüğü zaman, toplumda İslam’ı bırakmaktan doğan bir vicdan azabı değilse de, bir tedirginliğin doğduğunu görebiliriz. Aydınları rahatsız eden bu duygu, bir nevi, ne yaparsa yapsın İslam’dan kurtulamadığını duymaya devam ettiğini sanmasıdır. Bu “İslam’dan kurtulamama duygusu” onu tedirgin ediyor, başarısızlıklarının bütün sebebini de burada görüyor. İşte bu duygu, batılılaşma vetiresine yeni bir ışık tutmaktadır. Türk toplumu, hatta Türk aydınları, istiyerek, severek, üstün görerek, aşkla ve şevkle İslam’ı bırakıp da batılılaşmış değil, tam tersine umutsuzlukların en şiddetli bir anında istemeye istemeye, inanmıya inanmıya batılılaşmaya girişmiş ve bu yolda her güçlüğe rastlayışta, adeta sitem eder gibi, adeta “beni niçin bıraktın” der gibi suçu İslam’da aramaya başlamış, batılılaşmasına onun engel olduğu düşüncesine saplanmıştır.
Evet, Müslümanların tam batılılaşıp kendi şahsiyetlerini feda etmelerine yine de engel olan şüphesiz İslam’dır. Böylece de bir kurtuluş umudu bütün bütüne tükenmiş olmamaktadır. İslam ülkeleri aydınları, İslam için bir uyanış ve dirilişle doğrulacaklarına İslam medeniyetinden üstün olmasına imkan bulunmayan batıcılığa saplandıklarından, şu anda telaş ve suçluluk psikolojisiyle bütün suçu İslam’da görseler de, yine ancak ona dönüşle kurtulmanın mümkün olacağını bir gün anlamanın imkanını büsbütün kaybetmemiş olmalıdırlar. Kendi felaketimizi kendileri gibi bizi İslam’dan koparmak suretiyle hazırladıkları halde, hâlâ, İslam’la kavga eder olmaları aynı kavganın vicdanlarında sürdüğünün bir işareti midir?
Sezai Karakoç, Günlük yazıları II - Sütun, Diriliş y., 1999, s. 337-339.